Radyo Monte Carlo ve Enstitü Serüvenimizdeki Olumsuzluklar

Yıllarca biriktirdiğim arşivimi, bir gün itinayla elden geçirirken, aylarca üzerine titreyerek emek verdiğim, Radyo Monte Carlo’da yayınladığım 3 saatlik kaset kaydını buldum. Hüzünle sevinç arası bir heyecan sardı beni. O duygu ve heyecanla 3 saatlik kaset konuşmasını, özel bir stüdyoda dijital ortama aktarıp yeniden yayınlamaya karar verdim.

Emek, sabır ve insan hayalini zorlayan fedakârlıklarla 1987 yılında kurduğum Radyo Monte Carlo’daki Kürtçe yayınlardan bende  sadece  3 saatlik kaset kaydı kalmıştı. Bu radyo, Kürt tarihinde, uzun, orta ve kısa dalgalarda Kürtçe yayın yapan ilk radyo idi.

Türkiye’de Kürtçe müziğin yasaklı olduğu, evde dahi bulundurulmasının suç sayıldığı yıllardı. Kürtçe yayın yapan ve tüm dünya ülkelerinde yaşayan Kürtlerin  ilgi ile dinlediği Monte Carlo Radyosu aracılığıyla, Kürtçe’nin dünyada yaşayan her Kürd’e ulaşabilmesi beni mutluluğun doruğuna ulaştıran özgün bir kültür devrimiydi.

Radyo Monte Carlo’daki yayının kayıtlarından bende kalan ve itinayla oluşturduğum  arşivin çok büyük bir kısmı, (büyük bir ihtimalle Çiller’in Çekya’da yaşayan adamlarınca) Çek polisinin gözleri önünde yakılan evimle birlikte 1997 yılında yok oldu. Bu ve benzeri saldırılardan kurtarabildiğim arşivimin geri kalanında bulduğum 3 saatlik kaset yayınını yayınlamamın geçmişteki başarıları hatırlatacağını, kültürel ve tarihi değeri olan bu yayının, kamuoyunun dikkatini çekeceğini düşünüyordum. Tam aksine bu 3 saatlik kasetin yeniden yayınlanmasının ardından, birkaç güruhtan  tahminlerimin dışında bir tepkiyle karşılaştım ve hiç beklemediğim bir söylentinin, bazı çevrelerce yayıldığını duydum.

Bu güruhlarca kasıtlı-amaçlı olarak ortaya atılan iddialarda; “1987 yılında Radyo Monte Carlo’yu kapatmam karşılığında Türkiye’den şahsım için para aldığım” söyleniyordu! Oysa ben Radyo Monte Carlo’da Kürtçe yayını başlattıktan hemen sonra, acilen T.C. Bakanlar Kurulu kararıyla 2. kez T.C. vatandaşlığından çıkartılmıştım!

On yıllar boyunca, edep, ahlak ve namustan yoksun bazı çevrelerin, benzeri saldırılarına yanıt vermeme kararı almıştım. Kendimi mazlum halkımın haklı mücadelesine adadım. Kâh Başur’da, kâh Rojava’da, kâh Rojhilat’taki savaşların ön saflarında, ilerlemiş yaşıma rağmen, gururla yerimi almaktan bir an bile geri durmadım.

Bazı şahitler hâlâ yaşıyorken, Radyo Monte Carlo’nun öyküsünü özetleyerek yayınlamaya karar verdim. Mücadelemin şahitleri bu fani dünyadan göç ederlerse, ahlak yoksunu art niyetli kişi ve kurumlar ne tür namussuz saldırı-karalama ile karşıma çıkarlar bilemezdim.

Radyo Monte Carlo’nun Kürtçe yayın hayatına başlamasında sevgili eşim ve ben başta olmak üzere, Mahmut Baksi ve dayı-halam oğlu Rauf Dursun tamamen gönüllü şekilde, bir karşılık beklemeden emek verdik, çalıştık. Çalışmalarımızın sağlıklı devam edebilmesi için gönüllü çalışanların rahatlığını sağlayabilmek adına hesaplar yapıyor, emek verenlerin Almanya yaşamına adapte olabilmesi için elimden ne gelirse yapmaya çalışıyordum. Hatta gönüllü çalışanlardan Mahmut Baksi‘nin Almanya’da yaşamını rahat devam ettirebilmesi için kendisine, Heinrich Böll Vakfı’ndan ayda 1200 Alman mark burs temin etmiştim.

Ben, Çarls Üniversitesi mezunu bir doktordum. Sevgili eşim ise Alman asilzadelerinden olan (NATO’da büyük elçi olarak görev yapmış, 2. Dünya savaşının en ünlü pilotlarından) üst rütbeli bir asker  kızı olarak, Üniversite mezunu İspanyol-Portekizli dadılarla, liseyi bitirinceye kadar, Paris’te Sen nehri üzerindeki bir adada bulunan, güzel bir villada büyümüş, Avrupa’nın da en ünlü okullarından biri olan, Paris’teki Sorbonne ve akabinde Bonn’daki Wilhelm Üniversitesi’nden mezun olmuştu. O dönemde Almanya Cumhurbaşkanlığı’nın yayınladığı dergide çalışıyordu. Emekliye ayrılmış olan babası da Bonn Milli Savunma Bakanlığının yanı başında yüksek subaylar için özel olarak inşa edilmiş olan villa-sitede  yaşıyordu. Buranın kapıları bize her zaman açık olduğu halde,  sevgili eşimle beraber, Bonn kentinde sadece 32 m2 bir evde kalıyorduk. Fakat Benim bir Kürt olarak, türlü hile ve sahtekârlıklarla oyunlara getirilmiş, kadim bir halkın mensubu olarak, bu acılarla mücadele etmek zorunluluğum vardı. Peki, yaşamında hiç zorluk görmemiş olan eşimin günahı neydi ki yaşadığı lüks olanaklardan mahrum kalmıştı? Gece-gündüz benimle çalışarak kısa bir zaman diliminde çok iyi Kürtçe öğrenmiş, Enstitünün bir düzine projesini hiçbir zaman, hiç bir karşılık beklemeden, işinin yanında yürütmekteydi. Bazen şoförlük yaparak benimle Paris Kürt Enstitüsü’nün yönetim kurulu toplantılarına katılıyor, bazen İsmet Şerif Vanlı ile bazen Yılmaz Güney’le projeler üzerine fikir alışverişinde bulunuyor, bazen de Radio Monte Carlo’da Kürtçe spikerlik yapıyordu. Birçok defa yorgunluktan enstitünün yerdeki halısının üstünde uzanıp yatan eşimin nasıl bir günahı vardı ki benimle beraber bu acılara-zorluklara göğüs gerdi?

Asla! Ne eşimin asilzade-asker babasından, ne de Kürt Enstitüsü’nün kurucusu ve müdürü olarak başkent Bonn’da tanıdığım onlarca milletvekilinden, Federal İçişleri Bakanına ve Willy Brandt’a kadar, dostane ilişkilerimi hiçbir zaman kendi şahsım için kullanmadım. Eşimle beraber 32 m2 evde yaşamayı tercih ettik. Oysa Kürt Enstitüsü’nü kurmadan önce doktor olarak çalıştığım yıllarda evimiz 160 m2 idi.

Dünyanın dört bir köşesine dağılmış olan Kürtler’e, yasaklı anadilleri olan Kürt dilinde bir yayın ile ulaşmanın gururuyla Radyo Monte Carlo yayınına devam ediyorken, bir gün Almanya Kızıl Haç Genel Başkanlığı’ndan resmi bir mektup geldi. Ben ve Kürt Enstitüsü’nün yönetim kurulu ortak bir toplantıya davet ediliyordu. Resmi olarak iadeli-taahhütlü bir mektupla toplantıya davet ediliyor olmamız tuhaftı. Çünkü Kızıl Haç yönetimi ile her an, hem ben, hem de Kürt Enstitüsü’nün yönetim kurulu üyeleri (5 kişinin 3’ü Federal Parlamento’da milletvekiliydi) sıkı ilişki içindeydik.

Davet edilen gün ve saatte, ben ve Kürt Enstitüsü’nün 3 eş başkanı, Sosyal Demokrat Milletvekili Klaus İmmer, Kürt Enstitüsünün kurucu üyesi (tüzüğe göre dünyanın önde gelen şahsiyetleri kurucu üye olabiliyorlardı) Dünya Özgür Sendikaları Onursal Başkanı ve Avrupa Parlamentosu Parlamenteri Hans Oskar Vetter ve Helga Mashur ile birlikte toplantıya gittik.

Helga Mashur yarım gün Kürt Enstitüsü’nde, yarım gün de Sosyal Demokrat Partisi Genel Merkez Yönetim Kurulu’nda muhasebecilik yapıyordu. Enstitünün mali sorumlusu Federal Milletvekili Klaus Thüsing gelemediği için onu temsilen Helga Mashur’un toplantıya katılmasını istemişti. Mashur’un maaşını Sosyal Demokrat Partisi Genel Yönetim Kurulu veriyordu, çünkü onların resmi memuruydu. Helga Mashur bize destek olsun diye yıllarca yarım gün Kürt Enstitüsü’nün de muhasebesini yürüttü.

Planlı ve sistematik olarak maruz kaldığımız “akla-hayale sığmayan” saldırılardan korunabilmek, çalışmalarımızda açık ve güvenilir olduğumuzu göstermek ve olası art niyetleri bertaraf etmek adına Enstitü’nün mali işlerinde, Sosyal Demokrat Partisinin federal milletvekillerinin ve genel yönetimin uzman maliyecilerinin sorumlu olmasını tercih etmiştim. Bonn gibi küçük bir kentte, diğer hükümet partileri de mali işlerimizin, Sosyal Demokrat Partisi muhasebecilerinin elinde olduğunu, her şeyin açık ve net olduğunu duymuşlardı, duyurmuştum. Muhasebeciler diyorum, çünkü Helga Mashur’un eşi Mashur da aynı kurumda, yani Sosyal Demokrat Partisi Genel Yönetiminde muhasebeciydi ve sık sık Kürt Enstitüsü’ne gelip yardımcı oluyordu. Sayın Mesgen de hem Sosyal Demokrat Partisi merkezine, hem de bize mali müşavirlik hizmeti veriyor, ücretini ise Sosyal Demokrat Parti Yönetim Kurulu’ndan alıyordu. Partisine can-ı gönülden, öğrencilik yıllarından itibaren bağlı, sadık bir particiydi. Kürt Enstitüsü’nün tüm mali işleri Sosyal Demokrat Parti muhasebecileri tarafından çok sıkı kontrol altında olduğundan içimiz rahattı. Çünkü Kürt Enstitüsü’nü kurduğumuzda ileride gelebilecek saldırıların maddiyatla da bağlantılı olacağını biliyor ve ona göre bu tedbirleri alıyordum.

Kürt Enstitüsü’nün kurucusu ve müdürü bendim. Fakat maddi konulardan  kendimi bilerek muaf tutmuş, yine maddi konularda kendime imza hakkı bile tanımamıştım. Tüm sorumluluğu Alman Sosyal Demokrat Partisi görevli ve milletvekilerine vermiştim. Bunun dışında Kürt Enstitüsü Bonn Belediyesi’nden, Nordrhein Westfalen Eyalet Hükümeti’nden, Kızılhaç üzerinden Federal Hükümet’ten maddi destek aldığı için bu üç kurumun da sürekli mali denetimi altındaydı. Bu üç kurum Kürt enstitüsünü diğer kurumlardan kat kat daha fazla mercek altında tutuyorlardı. Çünkü enstitünün önünde KÜRT ismi vardı!

Toplantı saatinde Alman Kızıl Haç Genel Merkezi’ndeydik. Niye Kızıl Haç? Çünkü Federal Alman Hükümeti, Türkiye’den duyduğu siyasi rahatsızlıktan ötürü, Kürt Enstitüsü’nün sabit giderlerini, 2 çalışanın ve Mizgin dergisinin giderlerini Alman Kızıl Haçı üzerinden finanse ediyordu. Toplantı alışılmadık gergin bir hava içinde başladı. Toplantıda Kızıl Haç başkan yardımcısı, Almanya Prensesi Zu Salm Horstmar, Daire Başkanı Diveling ve Federal Doktor Dear vardı.

Hemen konuya girildi ve Diveling lümpen bir tavırla önümüze 3 sayfalık bir yazıyı fırlattı. Bu saygısız tutumu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da sendikalar kurmuş, akabinde de on milyonlarca üyesi olan kuruma, yani Dünya Özgür Sendikalarına uzun yıllar başkanlık yapmış olan Sayın Hans Oskar Vetterin’in onuruna o kadar dokunmuş olacak ki, “Burada değil de dışarıda şahsıma benzeri bir hakareti yapmış olsaydınız, pipomu kı… so… beyefendi” diye söylenerek öfkesini tüm medeni ilişkileri yok sayarcasına dile getirdi.

Diveling, Sayın Hans Oskar Vetterin’in, bu hiç beklemediği sert çıkışı üzerine, hemen özür diledi ve ekledi: “Biz şimdiye kadar Türkiye’nin doğrudan ya da Federal Hükümet üzerinden bize yönelttiği tüm saldırılara, resmi girişimlerle müdahalelerine yıllardır göğüs gerdik ve size verdiğimiz söze hep sadık kaldık, lakin hiçbirimizin aklına, bir gün bile, Dr. Yekta’nın akrabası olan Paris Kürt Enstitüsü başkanı Kendal Nezan’ın, kendi öz akrabasını bizim nezdimizde şikâyet edeceği gelmedi. Lakin İkisi de akraba, ikisi de dili, dini, varlığı yasaklanmış, baskı altındaki bir halkın, yok olmaya mahkûm edilmiş kültürünün bir parçasını kurtarmaya çalıştıklarını iddia ediyorlar. Ama Paris’teki Kendal bey, kendi akrabası olan Dr. Yekta bey ile aralarındaki şahsi sorunu birlikte çözebilecekleri halde, Paris’ten ta buraya kadar şikâyet mektubu gönderiyor. Tabiî ki Paris Kürt Enstitüsü Fransa’da tüzel kişiliği olan bir kurum ve Almanya’da tüzel kişiliği olan bir kurumun iç işlerine müdahale hakkı yok. Fakat olay bu değil, olay bizim için ahlâk, etik sorunudur!”

Duyduklarımızdan şoke olmuş bir vaziyette, hepimiz donup kaldık. Evet, Alman Kızıl Haçının hem başkanı, hem de diğer yönetim kurulu üyeleri asilzadelerden oluşuyordu. Başkanı prens, yardımcısı prenses idi. Onlar için aile her şeyin üstündeydi, hele hele bizim gibi sürgünde yaşamak zorunda bırakılmış aile fertlerinden birisinin ta Paris’ten kalkıp Almanya’da kurduğum enstitüden, maddi yardım aldığımı, kuruma şikâyet etmesi, bu kurumun da ahlaki yapısı açısından kabul edilecek bir durum değildi.

Paris Kürt Enstitüsü başkanının hiçbir hukuki bağı olmayan, Almanya Kürt Enstitüsü’nü şikâyeti ile gelişen son durum hakkında söyleyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Ben kendi adıma ve ailem adına herkesten özür dileyerek masadan kalktığımda, benimle birlikte bana eşlik edenler de kalktılar. Artık orada kalmanın hiçbir anlamı ve değeri kalmamıştı. Hem neyin savunmasını yapacaktık ki!

Yine de Almanya kızıl haç yönetimi dürüst davranıp bize “şikâyet” mektubunun varlığını ve fotokopisiyle içeriğini duyurmuş, vermişti! Paris Kürt Enstitüsü’nden benzeri “şikâyetler’’in daha kaç Alman resmi veya tüzel kurumuna gönderildiğini araştırmanın hiçbir anlamı kalmamıştı! 

Oysa ben  günde 8 saat çalıştığım hastaneyi, seçkin akademik çevreyi ve ferah hayatı terk etmiştim. Kürt Enstitüsü hayalini gerçekleştirmek için eşimle sürekli can güvenliği riski yaşadığımız halde, haftanın 7 günü, 16 saat boyunca çalışarak büyük umutlarla ve heyecan dolu bir enerjiyle Kürt Enstitüsü’nü kurmuştum. Almanya’nın en önde gelen onlarca ünlü şahsiyetini, parlamentoya girebilmiş tüm partilerinden milletvekillerini ve 3 Nobel ödülü almış bir şahsiyeti, üye olmaya ikna etmiştim. Bunların arasında Almanya federal içişleri bakanı da vardı.

Her gün iş bitiminde enstitüye gelip gece yarısına kadar benimle çalışan eşimin çalıştığı Cumhurbaşkanlığı basın-yayını telefonla arayarak, kendisine evde olacağımı, enstitüye gelmemesini rica ettim. Kürt Enstitüsü’nün anahtarlarını masanın üstüne bırakarak çıktım. Çıkış o çıkış… Hedeflerimi, hayallerimi, tutkularımı hüzün dolu bir ruh haliyle masaya bıraktığım o anahtarlar ile beraber enstitüde bırakarak bir daha dönmemecesine yürüdüm… Bir kez daha Kendal ile beraber büyük bir umutla başladığımız yolculuğumuz, hiçbir etik-ahlakta yeri olmayan sinsi bir oyun-operasyonla son bulmuştu…

Daha sonraları öğrendim ki o gün Klaus İmmer, Enstitünün başkanı olarak odasını terk etmeden önce sekretere olup bitenleri ve yaşadıklarımızı yazdırtıp tüm üyelere gönderilmesini sağlamış. Sonraki günlerde de diğer tüm Alman şahsiyetleri, Kürt Enstitüsü’nden ya istifa etmişler ya da üyeliklerini geri çekmişlerdi.

Klaus İmmer tecrübeli bir politikacı olmasına rağmen, bu yaşadıklarını sindiremedi. Olayın ahlakdışı boyutundan ve çarpıklığından öylesine etkilenmişti ki; içindeki dürüstlüğün kirlenmemesi için siyasetten ve tüm sosyal faaliyetlerinden feragat etti. Kendisi aynı zamanda Almanya Protestan Kilisesi Federal Meclisinin de seçilmiş üyesiydi (parlamenteri). Her şeyiyle  dürüst ve dinine bağlı olan Klaus İmmer bu olaydan o kadar çok etkilenmiş ki onu izleyen dönemlerde kendini alkole vermişti. Yaşadığımız bu sindirilmesi zor olayları, bu yalan dünyayı yüreği kaldıramadı, kısa bir süre sonra vefat etti.

Klaus Thüsing de yaşadığımız bu tiksintili-huzursuz edici süreçten sonra, daha fazla dayanamadı, sadece Almanya’yı değil, Avrupa’yı da terk etti. Afrika’da 17 yıl boyunca Almanya’yı temsilen kalkınma sorumlusu olarak çalıştı. Bazen iki yılda bir Almanya’ya uğrardı. Emekli olduktan sonra da Almanya’ya döndü. Hâlâ yaşıyor ve facebookta sayfası var.

Kürt Enstitüsü kurulduğu günden sonuna kadar üyesi olan Almanya’nın ünlü şahsiyetlerinden (uzun yıllar milletvekilliği yaptı, cumhurbaşkanın elinden yüksek hizmet madalyası aldı) Berhard von Grünberg, Bonn’da yaşayan dostum olduğu için gelişmeleri, güzellikleri olduğu kadar, çirkinlikleri de ben ve eşimle bazen 32 m2 evimizde yaşadı, tanığı oldu, manevi yönden bizi yalnız bırakmadı. Hep destekçimiz oldu. Kendisi halen yaşıyor. Facebookta da sayfası var ve aynı zamanda kendi özel sitesi de var.

Biz enstitüyü terk ettikten 5-6 gün sonra, Kendal Nezan Almanya’da tanıdığı kişilerle beraber Kürt Enstitüsü’ne gelip giriyorlar. Hem de hiçbir hukuki dayanakları olmamasına rağmen. Kendi aralarında yeni bir yönetim seçiyorlar ve Kürt Enstitüsü’nün başına da Abdülhamid Hüseyni’yi getiriyorlar. Ben 1980 yılında Brüksel’den İran’a doktor olarak savaşan halkımın yanında cephede olmak için uçtuğum gün hani şu Kendal ve Mehmet Emin Bozarslan ile beraber Libya’ya, Kaddafi’den para istemeye giderken Kendal’a eşlik eden Hüseyni!

Hiçbir hukuki dayanağı olmadan, kendisini Bonn Kürt Enstitüsü’nün yönetimi olarak atayan bu şahıslar, resmi kayıtlarda değişikliğin sağlanılması amacıyla, Almanya’da sicil kaydı mahkemelerine başvurdular. Uzun süren çekişmelerin sonrasında, Alman mahkemeleri enstitünün ‘’yeni üyeleri ve yeni yönetimi kayıtlara geçirme taleplerinin hukuka aykırılığını tespit ederek’’ reddetti. Böyle bir talebin yasa dışı olduğunu, kabul edilmediğini yıllar sonra öğrendim. Öyle gözüküyor ki bu gelişmeden haberdar olan PKK taraftarları  da bir gün gelip Kürt Enstitüsü’nü ele geçiriyor, adresini değiştiriyor ve birkaç ay sonra da kapatıyorlar. Alman mahkemelerinin onların üyelerini-yönetimini de kurumlar siciline kayıt etmeyi aynı nedenlerle reddettiğini yine yıllar sonra duydum.

Arşiv araştırmalarım sırasında 1973’ten 1984’e kadar Erivan’dan hayatımı riske atarak, İran ve Irak’tan şahsen derleyerek getirdiğim, bir kısmını Paris bir kısmını da Bonn Kürt Enstitüsü kurulduğunda hediye ettiğim, Kürt müzik koleksiyonunu Bonn Kürt Enstitüsü’ne hediye ettiklerimi, bu enstitüyü Kendal Nezan’ın adamlarının elinden alan PKK taraftarlarından birisinin  evinde olduğunu yine yakın geçmişte öğrendim.

Enstitüden ayrıldıktan sonra sınırlı da olsa nihayet yaşayabileceğimiz bir ev arayışı içine girdim. Enstitü kurulmadan önce evim 160 m2 idi, enstitüyü kurup yönetimine başladıktan sonra, kirayı ödeyemediğimiz için önce 80 m2 bir eve taşındık, akabinde 60 m2 ve sonunda da 32 m2 bir eve… Tabii ki 160 m2 evimizin de eşyalarını 32 m2 bir eve sığması mümkün olmadığından, krediyle aldığımız buzdolabından bulaşık makinesine, elektrikli süpürgeden, mobilyasına, semaverlere kadar, her şeyi Kürt Enstitüsü’ne hibe etmiştik. Hâlbuki Kendal’in isteği üzerine ilişkilerimi kullanarak Hüseyni’yi 3 çocuğuyla Frankfurt’ta yaşadığı bir öğrenci yurdundan Bonn’a getirtip hemen 4-5 odalık belediye evi tahsis ettirmiş, devletten yardım almasını sağlamış, çocuklarına okul bulmasında bile destek olmuştum. Eşi, Kürtler’e alerjisiyle tanınan bir Azeri olmasına rağmen hem de… Hakeza M. Ali Ekmen’e ve onlarca Kürt aydınına… Herkes için Bonn’da destek olabileceğim geniş imkânlar varken, kendim için bunları kullanmak benim mahkûmu olduğum ahlak anlayışıma aykırı geliyordu. Kendim için istemek benim ahlâk değerlerimle bağdaşabilen bir şey değildi. Değil Bonn Belediye Başkanı, Bonn’un tüm milletvekilleriyle yakın dostane ilişkilerim olmasına rağmen, Almanya Kiracılar Kurumu’nun Başkanı, yukarıda andığım Berhand von Grünberg olmasına rağmen ve Bonn Belediyesi’nin Sosyal Konut Dairesi Başkanı’nın oğlu Thomas Sahler’i Kürt Enstitüsü’nde pedagoji sorumlusu yapan ve tüm Sahler ailesiyle, bir aile gibi olmamıza rağmen, onlardan ev konusunda gelen teklifleri her seferinde duymayan, duymak istemeyen bendim. Bu yüzden de kendi öz imkânlarımla yapabildiğimi yapmaya çalıştım.

Enstitüden ayrılışımın üzerinden 3 hafta geçmeden evimi polisler bastı. Sebebi ise; Huseyni, bir Alman ile beraber, hakkımda yolsuzluktan suç duyurusunda bulunmuştu, evimi aramaya gelen polislerin eve sığması mümkün değildi ve hepsi de Bonn gibi bir şehirde yaşadığım şartları tanımanın şokundaydılar! Birimiz Çarls üniversitesinden  doktor, diğerimiz Sorbonne ve Wilhelm üniversitesi  mezunu lisan bilimcisi bir çifttik ve 32 m2’ye sığdırılmış bir oda, bir banyo ve bir mutfakta, Almanya’nın lüksüyle ün yapmış  başkentinde yaşıyorduk. 

Bernhard von Grünberg ile o günleri hatırladığımızda hâlen üzüntüyle rengi solar. Ben kurduğum Kürt Enstitüsü’nde hiçbir dönemde eş başkan veya Yönetim Kurulu Üyesi olmadığım, olmak istemediğim  gibi maddiyatla hiçbir ilişkimin olmaması için gereken ne varsa onu yapmıştım. Çünkü bir gün böyle bir ithamla -Kürt diyasporasının yapısını bildiğim için- karşılaşacağımı zaten biliyordum! Kim motive etmişse artık, tam bir yıl Federal Soruşturma Dairesi, bir düzine uzmanıyla “yolsuzluğu“ araştırdı. Bankalardan, PTT havale dairesine kadar…

Bonn’un merkezinden uzak, harabe bir daireyi, sahibi tamir-onarmam şartıyla kiraya verdi bana. Bonn’da benim yardımımla mültecilik statüsüne kavuşmuş ya da öğrenim şansını yakalamış, hatta Suriye’ye ailesiyle iade edilmek üzere uçağa bindirilirken İçişleri Bakanı Schnor’a ulaşarak, durdurduğum ve akabinde mültecilik statüsü aldırttığım yüzlerce insan vardı. Fakat bana, hiçbir iyiliğimin geçmediği, Bonn’da yaşayan 3-5 Çekoslovakya kökenli mülteci yardım etti. Onarımı-tamiratı bitirip, nihayet ormanla sınırı olan 60 m2 bir evde sükûnete kavuşacağımı, kendimi mesleki hayata dönüşe hazırlayacağımı zannettiğim anda yine polis evimi basarak arama yaptı. Elektrikli yazı makinemi alıp tahlil için götürdü. Öylelikle çalışamaz oldum. Çünkü doktorluk mesleğinde iş aradığım dönemdi ve yazı makinesi tek yardımcımdı. 

Sebep mi? Hüseyni benim kendisini mektupla tehdit ettiğimi iddia ederek ihbar etmişti. Ve bir hafta on gün sonra, yeniden bir polis baskını, bu kez de evimdeki tüm müzik kasetleri ve müzik cihazları  alınıp götürüldü!

Sebep? Yine Hüseyni! Bu kez de  sözde Hüseyni’yi evimden telefonla arayıp, kendisine Henry Ford, Charles Bronson ve Claudia Cardinale’in oynadığı, Sergio Leone’nin yönetmenliğini yaptığı ve Ennio Morricone’nin müzikleştirdiği “Batıda Kan Var” filminin müziğini ona dinleterek “ölüm tehdidinde bulunduğum” iddiasında bulunmuştu. Bu iddiayla Çekoslovakya’da öğrenciyken, kaldığım yurdun sinemasında gördüğüm o film belleğimde canlanmış oldu. Hüseyni’nin tüm bunları yapabilecek ne bir yeteneği, ne de Almancası vardı! Huseyniyi tüm bunlara teşvik eden, yönlendiren kimdi peki? 

Ellerimle kurduğum Kürt Enstitüsü’nün anahtarlarını onlara bırakarak çıkıp, bir daha da dönmemiş olmam yetmiyor muydu? Aylar süren polisin kriminal teknik dairesinden, Alman Telekom’undan elde ettikleri telefon kayıtlarına, yaşadığım mahallenin sokaklarındaki telefonların kayıtlarına, yazı makinemin harf analizlerine, gönderildiği iddia edilen mektup zarfının üzerindeki parmak izlerine kadar, yani kriminalistik biliminin tüm yöntemleri kullanılarak sürdürülen soruşturmalar… Alman polis teşkilatının bu kadar masraflı operasyonlara, ekiplerle girmesi için vahim-kanıtlı suç iddiaları var mıydı ortada? Hayır! Sadece sözlü bir iddia! O da işsiz-güçsüz bir “yabancı”nın iddiası! Ama öyle gözüküyor ki Kürt Enstitüsü’ndeki faaliyetlerimle devletin kendi içinde de bazılarını o kadar çok rahatsız etmişim ki Huseyni’nin ihbarlarından neye mal olursa olsun, bir şey bulup cezalandırılmam arayışına girmişlerdi. Cezalandırılacak bir şey bulunmasa bile, en azından devlet kayıtlarına (bu suçlardan soruşturuldu) notunun düşülmesi çabası içinde çırpınıp durdular! Tüm bu gayretlerine rağmen  yüklenilmek isten suçlar, bir yıl sonra, istemeden de olsa, Savcılık, temize çıktığıma ilişkin karar vermişti. Dava açılmasını gerektiren bir neden bulmamıştı. Tamamen  temize çıkmış olmama rağmen, sicilime düşülen notlar, akabinde ki hayatımın her döneminde karşıma çıktı!

Perde arkasında ilelebet susturulma kararımı veren, Neroculuk oynayan birileri vardı. Uşaklarını üzerime saldırtan. Kürdler yararına en küçük gelişmeye müdahil olup akim bırakmaya çalışan işgalci devlet misyonlarının dışında, kendi milletimden insanların bu art niyetli girişimlerin içinde olması yaralayıcı bir durumdu.

Şimdi de yine aynı çevrelerce, Radio Monte Carlo’yu benim kapattığım iddia ediliyor. Oysa Radio Monte Carlo da Kürtçe yayın yapabilmek için aylarca verdiğim insanüstü çabalarım, insanoğlunun hayalini aşan bir durumdu.  Eşimle yaşadığımız hayat  mütevazınin çok  altında idi ve her şeyimizden kısıtlama yaparak hiçbir fedakârlıktan geri kalmamıştık. Ben bir çocuk gibi  Kürt halkı adına mutlu eden büyük hayallerde uçuyordum tek mutluluğumdu bu hayaller.

Araştırmacı kişiliğimle, çevremin desteğiyle daha güzel umutlu hedeflere ulaşacağım ve diplomatik çalışmalarla zenginleştirerek kurduğum Radio Monte Carlo’yu öyle bir hukuki zemine oturtmuştum ki, Kürdistan’ı işgal eden devletlerin, ihtimal dâhilindeki her türlü saldırı-müdahalelerini göz önünde bulundurarak, şahsımın da kazara dahi olsa, herhangi bir olaya fiziki olarak hedef olsam bile, ayakta durabilsin-yaşayabilsin diye, tüm olasılıkları göz önünde bulundurmuştum.

Radio Monte Carlo Kürtçe yayınının 3 sözleşmeli tarafı vardı:

1) Radio Monte Carlo -ki tüm teknik ve haklar onlarındı-

2) Bonn Kürt Enstitüsü -ki redaksiyondan sorumluydu-

3) Amerikan Evanjelik Kilisesi -ki teknik imkânı Almanya’daki stüdyolarından sağlayan ve Radio Monte Carlo’nun yayın hakkını-bedelini Radio Monte Carlo’ya doğrudan ödeyendi-

Sözleşme, uluslararası hukuka göre hazırlanmış ve imzalanmıştı. Benim şahsıma yönelik ihbardan sonra, tepki olarak kurduğum Kürt Enstitüsü’nü “lanet olsun” dercesine terk etmemden sonra Radio Monte Carlo’nun Kürtçe yayınını durdurması için hiçbir neden yoktu. Sözleşmenin tümü bu 3 ortak kurumda vardı, Bonn Kürt Enstitüsü’nün dosyalarında da, avukatında da! Monte Carlo beyliğini dış ilişkilerde Fransa temsil eder! Ama şahsımı ihbar edeni, muhtemelen ihbara zorlayan güçler, zaten bu dış işlerinden Fransa’nın sorumlu olduğu, Monte Carlo gibi bir beylikti. O dönemde dünyaca tanınmış radyo istasyonundan Kürtçe yayın yapılmasından öyle görünüyor ki Fransa çok ama çok rahatsız olmuştu. Acaba Türkiye Cumhuriyeti, Fransa’yı OYAK-Renault ortaklığının bozulmasıyla mı tehdit etti, yoksa başka bir koz mu kullandı, bilemiyorum ama Türkiye Cumhuriyeti’nde, Kürt müziğinin suç olduğu o dönemde, Radio Monte Carlo’da Kürtçe yayın yapılmasının Türkiye-Fransa’dan ticari ortak çıkarları olan birilerini çok ama çok kızdırmıştı! Ya tüm Avrupa ülkeleri arasında Fransa ile en sıkı ticari-askeri ilişkileri olan Saddam’ı? Her şey, bu kızanları Neroculuğa hevesli olanları harekete geçirdiğine işaret ediyor.

O yıllarda AB’de zayıf bir mezhep olan Evanjeliklerin, bugün ABD yönetiminde asıl söz sahibi olduklarını vurgulamaya bilmem gerek var mı?

Radio Monte Carlo Kürtçe yayınının belgeleri de hâlâ yaşayan papazlarının belleklerinde, bu kilisenin kasalarında mevcuttur… Gün ola, devran döne, derlerdi ve devran döndü. Radio Monte Carlo’daki Kürtçe yayınını finanse eden, bugünkü ABD yönetiminin belkemiği, o yıllarda İncil’in, Tevrat’ın Kürtçe’ye tercüme, Kuran’ın Kürtçe tefsir edilmesinde bilfiil olarak iştirak ve yardım eden kilisenin din adamları, bilim adamlarının elinde mevcut! Ben de şimdi kalkıp “Sayın Pompeo” ile başlayan, bana, aileme ve kilise görevlilerine yaşatılanı, yaşattıranları, bu ve bunun dışındaki etik-ahlak dışı oyun-hileleri duyurup, “gerekli tedbirlerin” alınmasını mı talep edeyim? Ayıp! İnsanı insan yapan ahlak denilen bir kurum var!

Hedefler ve hayaller gideceğimiz yolları belirlerken, geçtiğimiz yollarda ayaklarımıza takılan taşlar, “puşt zulaları” belki de bizi yavaşlatacak ama yavaşlatırken de yeni hayallerle bizi yeniden canlandırıp başarılara götürecektir. 

Radyo Monte Carlo bir hayalle belleğimizde güzelliklerle yaşarken, uğradığımız, art niyetli yaklaşımlar, hinlikler ve engeller gelecekteki umutlarımızın ve başarılarımızın anahtarı olarak bize –halkımıza- yeni hedeflerde yol gösterici olacaktır, olmalıdır da!

 

 

 

30 yıl sonra Bernard von Grünberg’le !

 

Hans-Oskar Veter ve Klaus Thüsing’le -1988

 

Klaus Thüsing’le 32 yıl sonra