Bu satırlar varlığımdaki her hücreyi kemirseler de yıllardır bu satırları yazmamak için direttim.

Biz hep öyle olduk, bizden öyle olmamız istendi. Acıların bir kene gibi varlığına gömülmesine müsaade edenler olduk. O kenenin varlığımızı an be an yemesinin, tüketmesinin acısını yaşayarak geçirdik bir hayatı.

Eybe (ayıptır), şerme (utanılacak bir durum), ev nayê nivîsandin (bu yazılmaz) dı temel kodex (ahlaki kurallar), bu kodexin bedeli olarak varlığımızı bir yaşam boyu dayanılmaz acılara mahkûm ederek…

O benim tek ağabeyimdi, “canım ciğerim”di. Nerede olursam olayım varlığını hep derinliklerimde his ettiğim, kaybolmasın, kurumasın diye hep su verip yeşil kalması için çabaladığım yiğit.

Ben daha bebekken benim salıncağıma uzun bir ip takıp çocuksu sevdasıyla oyunlar oynarken beni hep sallayandı. Emziğim düştüğünde parıldayan gözler, tebessüm saçan dudaklarla eğilip alan, bana doğru kıvrılan ve onu yeniden ağzıma, dişlerimin arasına yerleştirendi. O bir ağabeydi. Olması gerekenin çok üstündeki bir kardeşlik ilişkisiyle varlığımı bütünleyendi. Bütünleyici aile bireylerinin bir diğer parçasıydı.

Beni Farqin’de (Silvan) kaniya navine (orta çeşme), kaniya mezıne (büyük çeşme) götürüp, o soğuk suya batırıp, su korkumu kaybetmemi sağlayandı. Batman’da öğrenci olduğum yıllarda sık sık sınıfıma gelerek sınıf arkadaşlarıma büyük ağabeyim, kollayanım, koruyucum olduğunu his ettirerek beni koruyandı.

Batman’da evimiz Raman sinemasının bitişiğindeydi. Remi’lerin bir kanadı, belediye reisi Said Ramanlı’nın tarafı bilerek atılan her adımla herkese şehire hâkim olduklarını his ettiriyorlardı.

Biz nihayette “Batmanlı” değildik. Farqin’liydik, yani iç göçmen yani yabancıydık. Remilerin bu kanadının arkasında devletin şehirdeki tüm güçleri vardı. Said Ramanlı Ermeni katliamında yer alan babası Mustafa Ramanlı’nın izinde gidendi. Tek katlı bahçeli evinde T.C.nin temsilcilerini, görevli bulunan kaymakamı, emniyet müdürünü, jandarma komutanını, TPAO müdürünü ağırlayan, onlara ziyafetler verendi.

Ben 14 yaşındaydım. Bir gün Remilerin 17-19 yaşları arasında olan bir “manga” genci evimizin önünden geçerken hiç yoktan bana sataştılar. Bu onların o dönemde günü birliğine Batman’da gerçekleştirdikleri davranış tarzıydı. Güçlüydüler ya Batman’lı olmayanlara karşı bir nevi terör estiriyorlardı. Varız, buradayız, burası bize ait mesajını kendilerine özgü şiddet eşliğinde veriyorlardı.

Beni zevk alarak Raman sinemasının önünde hırpalamaya başladılar. Çember içine alınmıştım. Etraftaki fırıncılar, manavlar bana yönelik uygulanan şiddeti görüyorlardı. Onlar seyirci olmayı tercih edenlerdi. Niye mi? Çünkü Remilerden korkuyorlardı. Sessiz kalmayı tercih ediyorlardı.

Bir an kendimi etrafımdaki deli çemberinden sıyırıp karşıdaki fırının içine doğru koşmayı başardım. Evimizin karşısıydı nihayet. Kebap yaptırttığımız için orada kalın kebap şişlerinin olduğunu biliyordum.

Bu aşiret çetesi mensupları beni kaçtı zannederek arkamdan hayâsızca yüksek sesle küfürlerle gülüp zevk almışlardı. Ben kaptığım iki Malatya usulü yapılmış kalın demir kebap şişiyle hızla fırından çıktım. Çemberde yer alanların üzerlerine doğru koştum. Onlar beni görünceye kadar gülme zevklerini devam ettirdiler. Kime ne kadar şiş batırdığımı hatırlamıyorum Sonuç olarak bir kaç yaralı vardı. Bunlardan birini çok ağır (atar damarına batırarak) yaraladığımı çok sonra anladım. Cezalandırıcı karşı eylemim şiş batırmayla bitecek kadar değildi.

Yeniden etrafımda çember oluşturdular. Bende oluşturulan çemberin ortasında elimde iki şişle dönüp bana yaklaşana ya vuruyor ya da şişi bedene batırıyordum. Tam o sırada uzaklardan bütün gücünü kullanarak bana doğru koşanı gördüm. O çembere yaklaşır yaklaşmaz kendisine en yakın olandan başlayarak önüne gelen her birini bir yumrukla yere doğru yolcu etti. Koruyucu meleğimi o zor anda görmüştüm, koruyucu şemsiyesini üzerime doğru tutmuştu…

Eğitimini aldığı boks sporunu ihtiyaç olan anda, yerinde uygulamaya başlamıştı. Benden iridir, uzundur, gücü yetmez düşüncesine esir olmadan vurduğunu yere seriyordu…

Yerde kan içinde yatanlar, yumruk darbesiyle düşenler çoğalınca etraftaki tanıdık esnaflar –ki bir kısmı bizim Silvanlı akrabalardı- “yardıma” koşmaya başladılar.

Raman sinemasının ve öylelikle bizim evin önü Silvanlılarla Remilerin ergenlik dönemi savaş alanına dönüşmüş, bu gelişme sonucu da Batman’da ne kadar Silvanlı varsa gelip “imdada” yetişmişlerdi. Hem de kimler… yakındaki Ziraat Bankası’nın müdürü Tevfik amcaya kadar… Remilerde öyle…

 

Said Ramanlı tarafından özel misafirler olarak ağırlanan kendilerine Batman ovasında, Kozluk dağlarında beslenip palazlanmış kuzular ikram edilen T.C.’nin temsilcileri olayda Remilerin olduğunu duymuş oldukları için emniyet, jandarma ekipleri hemen etrafımız sarp daha çok insanın müdahil olmasını engellemeye çalışmışlardı. Kavga durdurulduğunda Silvanlılardan bir tek kişinin darbe bile almadığı Remilerin ise gazaba uğradıkları hemen fısıltı ajansı tarafından tüm Batmanlılara duyurulmuştu. Kavga ve sonucu Batman’da halk arasında konuşulmaya başlanmıştı.

Tılsım, büyü bozulmuş ve Remilerin Batman’daki mutlak hükümdarlıkları kırılmıştı. Farqinliler bu gelişmeye yumruklarıyla imza atmışlardı. Atılan yumruklar ve parlamaları sağlanan sihirli yıldızlar çemberi oluşturanları fazlasıyla sarsmışlardı. Alaycı gülmelerin yer aldıkları sohbetlerin konuları olmuşlardı. Fısıltı ajansı fazlasıyla etkiliydi.

Said Ramanlı tarafından  sofralarda ağırlanan, onurlarına en besleyici yiyecekler masalara dizilen şeflerin emirleri altında görev yapanlar bizi karakola götürüp hücrelere tıkadılar. Batman’da otorite yıkan, sıfırlayan o sihirli yumrukların sahibi yiğit ağabeyim beni korumak için “yaralı olanları ben şişledim” demişti. O, yaşının 18’in üstünde olduğunu alabileceği cezanın benim alabileceğim cezadan yüksek olabileceğini bir an bile düşünmeden o cümleyi fısıldamıştı… O gelişmeye, ana göre davranan, hesabı-kitabı olmayan bir yiğitti.

Ben İstanbul Aksaray’da Pertevniyal Lisesi’ne o ise İstanbul Hukuk Fakültesi’ne gittiğimiz dönemde bir süre Diyarbakır Öğrenci Yurdu’nda kalmıştık. Bir odada ranza usulü yatıyorduk. O, Hikmet Bozçalı, ben, Münir Öztürk ve bir de dişçilikte okuyan bir öğrenci, Remzi miydi neydi adını hatırlamıyorum orada kalıyorduk.

Doğu Devrimci Kültür Ocağı (DDKO) yeni kurulmuştu. Necmettin Büyükkaya Diyarbakır Öğrenci Yurdu’ndan daha “lüks” kalan Site yurdunda kalıyor gözükse de günü birliğine Beyazıd’daki DDKO’dan çıkıp yurda gelenlerdendi. O yıllar faşist saldırıların, Kürd başkaldırılarının, çatışmalarının başlangıç yıllarıydı. 

Ziraat Fakültesi öğrencisi Mehmet Cantürk öldürülmüştü. O, Diyarbakır Öğrenci Yurdu’nun çatısında benimle konuşup, durumun ciddiyetini izah edip, muhtemel bir faşist saldırıya karşı nöbet tutmam gerektiğini anlatandı. Elime cınnehi verip nasıl kullanacağımı, çatıya taşıdığımız bir kaç taşı girmek isteyenlere nasıl atacağımı ve nöbette uykuya yer olmadığını öğretenimdi… 

“Gözüm açılsın” diye “elimden tutup” Hukuk Fakültesi’ne Deniz Gezmiş’lerinden, Aksaray’daki Bağdat kıraathanesinin misafirleri değerli M.E.Bozarslan’a ondan Ape Musa’ya kadar tanıştırandı. O, “çocuk” yaşta olan benim sohbetlere katılmamı sağlayandı. ANT yayınlarından May yayınlarına kadar daha devletçe toplatılmadan yayınlanacak kitapları okumamı, gidip hemen bir kaç tane almamı, aldıklarımın bir kısmını Silvan’a, Batman’a, Sivereğ’e göndermemi öğütlemişti. Sorumlu davranmam gerektiğini kavratandı.

30.10.1970’de Necmettin Büyükkaya’yla beni Esenboğa hava alanına getirip «Siz (beni, Neco’nun kardeşi Nimetulahı (Şerwan) kast ederek ) hem öğrenecek, hem de öğreteceksiniz. Ulus olarak bizim sesimizi Avrupa’da duyuracaksınız.» diyerek görevlerimizi hatırlatarak bizi Avrupa’ya uğurlayandı… O benim model aldığım erkek ve aynı zamanda da ağabeyimdi.

O, bir ömür boyu sürecek sürgüne beni uğurlayan iki kişiden biriydi. O Türkiye’de bu gün “yardım yataklık” maddesi gibi T.C. Ceza Kanununun 141 ve 142. maddelerinin yürüklükte olduğu dönemde, hayatını karartabilecek bu yasaları hiçe sayarak kardeşlik hasretinin tüm doğabilecek tehlikelere ağır bastığı benliğiyle yola düşüp yaşadığım o komünist ülkeye gelendi.

Kariyerini, çoluk çocuğunun geleceğini bir kenarda dinlenmeye bırakıp, yaşaması ihtimal dışı olmayan zindan ve işkencelerin mevcut oldukları dönemde yola koyulandı. Rengini Silvan yamaçlarını süsleyen cevizlerden alan hep ışıldayan gözleriyle ta Prag’a kadar gelendi.

O, çok uzaklarda öğrenci olan kardeşinin özlemini çektiği Kürd yemeklerini yaptırıp, Prag’a kadar getirip, o güzel sesiyle «Lêlê Etê» ve diğer klamlar eşliğinde bohemlilerin dağlarının yamaçlarında, alt kesiminde dönüşü olmayan derelerin denize kavuşmak amacıyla içtenlikle birleştikleri vadi üstünde sofra açıp gurbet elde yaşayan kardeşine yedirtendi. O kardeşti, ağabeydi, dosttu, yoldaştı, paylaşandı, her şeydi, boşluk bırakmayandı.

1979 yılında Karl Üniversitesi’ni bitirmiş doktor diplomasını almıştım. Aynı günlerde Çekoslovakya’dan çıkartılmıştım. Paris’e gidip uzmanlık eğitimine başlamıştım. Öğrencilik döneminden dolayı yakınımda olmalarını arzuladığım herkesten uza kalmıştım. Onun, ailemin diğer fertlerinin, Kürdistan’ın 9 yıl süren acılı hasreti tüm bedenime hâkimdi, bedenim özlem tarafından işgal edilmişti. Bir hançer gibi kalbimin ucuna dokunup, hücrelerimi yalayıp, çizgiler oluşturup geri çekilen tüm varlığımı etkileyen o hasret adlı zehiri atmadan, kendimden uzaklaştırmadan istediğim düzeyde üretici olmam mümkün değildi. Gündüzleri beni dalgınlaştırıyor, düşündürüyor, geceleri memleketimde dolaştırıyor, insanlarımı sarmama müsaade etmiyor, beni itekleyerek uzaklaştırıyordu. Her gün ağırlığının artışını da hissettiriyordu.

Kendal Nezan benim için bir pasaport temin etmişti. Sahteliği yüzünden fışkırıyordu. Ben gerçek değilim diye bağırıyordu. Türkiye’de devlet denetimli terör eylemleri doruğa vardırılmıştı. Birçok kentte sıkıyönetim kılıcını sallıyordu. Varlığımı fetheden hasretse tüm bu risklere, tehlikelere rağmen beni doğuya doğru itekliyordu. Yakalanmam halinde TCK’nun 141., 142. maddelerinden yargılanıp, cezalandırılmam kesin olmasına rağmen bedel ödemeyi göze alıp ilk uçakla İstanbul’a doğru uçtum.

Havaalanında giriş kontrolü sırasında pasaportumun içine 200 Dolar – o dönemde bir memur için iyi bir paraydı – bırakarak, gülümseyen bir bakış fırlatarak koşar adım içeriye doğru yönelmeyi başardım.

Macera filmlerini aşan bir kaç günlük bir seyahatten sonra geceleri beni ter içinde uyandıran rüyalarımın yerleşim birimi Farqin’e (Silvan) vardığımda duygu dünyam ani bir değişim yaşamaya başladı. Ben bu değişimi derinden his ediyordum.

Çocukluk arkadaşım simsarmış. Taksiden indiğimi görünce hemen gelip bana sarıldı. Dost bir sesin bana hitap eden «O bıra tu xer hatiyi»syle ben artık dostluğun güven kucağındaydım…

O sesin etkisi çok güçlü bir sarsıntı oluşturmaya, beni ruhsal olarak beslemeye başlamıştı. 13 yaşımdayken terk ettiğim bu küçük yerleşim birimi, bu ortamda, insan ilişkileri içinde yıllar sonra ilk kez kendimi yeniden güvende his etmeye başlamıştım. Bana güven veren bu ortamda kaybettiğimi, Prag, Paris sokaklarında aradığımı buldum diyerek haykırmak istiyordum. Göçmenlik ruhsal dünyaya yalnızlık tohumları atıyordu. Bireyde güven eksikliğini yeşertip büyütüyordu. Yaşayan bu büyüme sürecinin sebep olduğu iç sızıların oluşturdukları derin dalgaların sarsıntılarını dile getirebilirdi.

Silvan’da hasreti gidermeden, toprağını koklamanın tadını çıkarmadan Batman’a doğru yol almaya başladık. Yol boyunca sıkıyönetimin getirdiği sayısız kontrolden geçerek petrol kentine varabildik, gören yakınlarım, sevincin beslediği çığlıklarla karşılamaya başladılar…

Yeğenlerimden birisi hemen gidip babasını, o yiğidi haberdar edip, bulunduğum yere getirmişti… «Te çıma negot ku tu ye weri» nin kardeşçe töhmetiyle başladık birbirimizin insancıl sıcaklığını birbirimize hissettirerek sarılmaya…

Her yerde sıkıyönetimin kurşun gibi ağır havası vardı. İki gün sonra gece yarısı kurşunların inleten nağmeleri sonucu hepimiz ayağa kalkıp seslerin geldiği pencereye doğru koşmuştuk. Pencere 13 yıl önce Remilerin Batman’da o mutlak hâkimiyetlerinin kırıldığı alanın duvarına bakıyordu. Abim Erdinç’in arabası o kavganın olduğu yerde duruyordu. Orada kurşunlar hala sıkılıyordu. Kurşunun vücudunu deldiği şahıs dans eden yılan misali kıvranarak Erdinç’in arabasının ön kaportasının üstüne yığıldı. O bir Remiliydi ve yaralıydı. Kendisini vuranlarda «Apocu» militanlardı. Batman’daki «Apocu»ların ilk silahlı, yani kanlı eylemiydi.

Akabindeki günlerde, haftalarda sıkıyönetime rağmen ağabeyimle, O yiğit insanımla hasret gidermiştik. Yıllarca görmediğim akrabalarımızı da köylerinde ziyaret etmiştik. Geç saatlere kadar o berrak seslerden Kürdçe şiarlar, beyitler dinlemiş; köy peyniri, balı, yağıyla güne başlamıştık.

Ne risk, ne korku, ne jandarma ne de asker polis ve mitçiler bizim o yeniden buluşmamızın zevkinin tadını bozma gücüne sahip olabildiler.

Belediye binasında Mehdi Zana’yı ziyarete gittiğimizde tüm dostlar oradaydılar. Ben bir “illegal” ziyaretçiydim. Komünist rejimle yönetilen bir ülkede öğrenim görmüş ve T.C.’de de asker kaçağıydım.

Yiğidimse tüm mesleki, ailevi sorumluluklarını bir kenara iteklemiş, kendi kendisine izin vermiş, bana rehber, koruyucu, yol gösteren, dost, yoldaş olmuştu. Günlerim son derece canlı ve dolu olarak geçmişlerdi. Saatler birbirlerini kovalamış ve ayrılma zamanı gelmişti. Canım, ciğerim abim İstanbul’a kadar bana eşlik etmiş, sıkıyönetimin ve terörün hâkim olduğu o kentte yol göstermişti. Medeni Ferho’yu bulmuş benim için başka bir pasaport düzenletmiş, dikkatleri çekmemem içinde gerekli güzergâhı belirlemişti. Yugoslav göçmeniymişim gibi davranmamı istemiş ve beni Bosna’ya giden bir otobüse bindirmişti. Otobüsün kalkışı sırasında elini akan gözyaşlarını kurutmak için bir mendil gibi kulanmış, yine aynı eli “riya te vekıri be” dercesine mendil sallar gibi sallamıştı… O kardeşti, yiğit kardeşimdi.

 

Erdinç ve eşi Remziye, 1969

 

Fransa’ya dönmüştüm. 3 ay sonra Fransa Dışişleri Bakanlığı’na bir teşekkür mektubu yazıp 5 yıllığına «Pasteur Enstitüsü»nde ihtisas yapmam için bana verdikleri bursu kendilerine iade ettim. Kürd bir doktor olarak savaş içinde olan halkımı yalnız bırakamayacağımı, bu tutumumu anlayışla karşılamalarını rica etmiştim.

Ben «Sınır Tanımayan Doktorlar»ın mensuplarıyla Rojhılat’a vardıktan sonra bana lojistik destek vermeleri konusunda anlaştım. Prag Karl Üniversitesi’nde eğitim gördüğüm dönemde nükleer tıp konusunda araştırma yapmak için Paris’te bulunan arkadaşım Vladimir Stich’le birlikte yönümüzü Doğu Kürdistan’a doğru çevirdik ve yola çıktık.

Vladimir Stich Türkiye üzerinden, bense Tahran üzerinden 21.03.1980’de Mahabad’da, yani Newroz gününde buluşmak için anlaşmıştık. Yola çıkmadan önce Qasemlu’nun eşi Helena’yla birlikte ulaşabildiğimiz Kürd doktorlarına ulaşıp onları Almanya’nın Essen kentinde Qasemlu’nun yakın akrabası olan Dr.Hasan Şatawi’nin evinde topladık. Ben Rojhılat’a gidip zemini hazırladıktan sonra haber göndermem halinde hepsinden dönüşümlü katılım sözü aldım. Dr.Hasan Şatawi’de dâhil hiçbiri katılmadı…

21.3.1980’de Vladimirl Stich’le (şimdi kendi alanında ünlü bir uzman) Dr.Qasemlu’yla Mahabad’da buluştuk. Newroz’u kutladık. Akabinde Sanandaj’ta süren ve bir felaketle sonuçlanan savaşa, oradan da Bahne savaşına katılıp, Qasemlu’nun isteği üzerine Şıkak bölgesine geçmek üzere yola çıktık.

Nağede’de yakalanıp «devrim mahkemesi»ne çıkarılmak üzere Urmuye’ye sevk edildik. Bir mucize eseri Pasdarların ellerinden kaçıp kendimizi Soma’da Mühendis Cihangir’in babasının evine atabildik. Cihangir Şıkak, yani Kurmanç bölgesinden Iran Kürdistan Demokrat Partisi merkez yürütme kurulunda yer alan iki kişiden biriydi. Diğer kişiyse Sanarê Mamedi’ydi.

Vladimir’in zamanı dolduğundan kaçak olarak Türkiye üzerinden Paris’e döndü. Ben orada kaldım. Peşmerge güçleri Şıkak bölgesinde Mühendis Cihangir’in evinden sonsuz şarkvari sohbetlerle, Sanare Mamedi’de cephede savaşarak idare ediyorlardı. O günlerde Bakur’dan gelip Cihangir’in köyünde küçük bir evde kalan Bakurlular da vardı. Birlikte gelmiş olan Bakurlular Kemal Burkay’ın partisindendiler. Gelenler arasında Mesud Tek ve eşi de vardı.

Sanarê Mamedi’nin at üstünde gidişle bir günlük uzaklıkta bulunan Qotur bölgesinde tünelde sıkıştığını, civar dağlarda mevzilenen askerlerden ötürü tüneli bile terk edemediğini duyduk. İki peşmergeyi alarak Qotur’a doğru yola çıktım. Abluka altındaki tünele girebildik.

Sanar  tüneldeydi. Orada hava akımı çok güçlüydü. Dayanılması zor ve 24 saat esen rüzgârdan dolayı Sanar  hastalanmıştı. Bir kaç gün daha çarpıştıktan sonra bu çarpışmanın kendisinin hayatına mal olacağını ve Kürd halkı açısından hiç bir getirisinin olmayacağını anlatıp kendisini ikna ettim. Beraberimde götürdüğüm ağrı kesici ilaçları kendisine verdikten sonra at ve katırların ayaklarına keçeleri sararak, bağlayarak ses çıkmasını önleyerek ablukanın arasından geçerek, ablukayı yararak çıktık. O gece dolunay yoktu. Biz oradan ayrıldıktan, çemberi yardıktan sonra peşmergeler Sanar’ın gizlendiği o tüneli TNT’yle tahrip ettiler.

Temmuz ayında Soma’ya yakın dağlı bir bölgedeydik. Sanar’ın yeğeni Arif Ağa rejimle uyum içindeydi. Onlar hep birlikte bizi abluka altına aldılar. Köylülerin bize ekmek dahi göndermelerini yasaklamışlardı. Yokluk içinde yaşıyor, yürüyorduk. O günlerde tek arzum bir kalıp sabunla yıkanabilmekti.

Yokluk şartlarında çatışmalar da devam ediyordu. Bir çatışmada Van kökenli bir peşmerge roket parçasıyla yaralanmıştı. Kendisini kontrol edip kalçasında kalan metal parçasını çıkardım. Tıp bilgisi olmayan bu insanımıza en az iki hafta fazla hareket etmemesini, hareketiyle ameliyat dikişlerini zorlamamasını tavsiye ettim.

Peşmerge ameliyatlı halde benden evine gitmek için izin istedi. Düşündüm, çok iyi bir fikirdi. Evinde beslenip dinlenebilecekti. Kendisine dönüş izni verdiğimde O da benden Bakur’dan bir isteğimin olup olmadığını sordu.

Benim isteğim var ama zor bir istek, sana verecek paramızda yok diyerek kendisini cevapladım. «Xastina We çiye? Doxtor xulame te me xastina xwa bibê» yle bana cevap verdi. Kendisine abim yaşıyor. Kendisine iyi olduğumu, sağlıklı olduğumu haber ver, isteğim budur dedim. Kendisiyle vedalaştım.

Bir kaç gün sonra akşamüstü nöbet tutan peşmergelerin seslice «Hun kine?» diyerek bağırdıklarını duymamak mümkün değildi. Abluka altında olduğumuz için herkes tetikteydi. Karşıdan «Em ın em, ez Seyd Rıza.» sesi gelince sakinleştik. Seyd Rıza tanıdığım en cesur, en kültürlü, en sadık genç peşmerge komutanıydı.

Akşamüstünün yarı karanlığında yaklaşan guruba bakarken aralarında birisinin siması kalbimin göğsümden sökülüp kendisine doğru koşmasını emretti. Oturduğum yerden ani hareketle kıvrılarak doğruldum. Sıçrayarak önce emin olmayan yavaş adımlarla sonra hızlanan parmaklarla yaklaştıkça O olduğundan emin olduğum hisle yayından fırlamış ok gibi ona doğru koşmaya başladım. O da arasında olduğu guruptan ayrılarak öne doğru ilerleyerek bana doğru koşuyordu. O sevgi dünyamı bütünleyen mozaik parçası, O benim ceviz rengi bakışlı idolümdü. Benim ağabeyim, yiğidim, yoldaşım dostum Erdinç’ti…

Yarasını tedavi ettiğim peşmerge Bakur’da evine varabilmiş, yarasının iyileşmesini beklerken bir akrabasını kendisini Batman’a götürmesi için ikna etmişti. Gidip ağabeyimi bulup selamlarımı, sağlık haberimi iletmişti. Yerimi öğrenen canım kardeşim yine tüm sorumluluklarını, dört çocuğunu, ailesini yedeğe almıştı. Bana önceliği verip, peşmergeyi kendisini benim yanıma getirmesi için ikna etmişti. Birlikte yola çıkıp gelmişlerdi. Gelirken Başkale’de «Kardeşimin neye ihtiyacı var?» sorusunu sormuş, ihtiyacım olabilecek eşyaları satın alıp dağlara taşımıştı. İki kilo sabun ve sigara. O koşullarda sabun ve sigara eksikliklerine dayanılmayan iki şeydi…

Onunla beraber abluka ortamında Rojhılat’a geçirdiğimiz günler hayatımın en mutlu en onurlu günleridir. İki kardeş, biri avukat, diğeri doktor, biri Avrupa’dan diğeri Batman’dan gelerek Rrojhılat’da uluslarının mensupları olan kardeşlerini, halkının peşmergelerini o zor günlerinde yalnız bırakmamıştık. Onlarla onların sıkıntılarını, sevinçlerini paylaşmak, gelecek projelerinin sorumluluklarını yüklenmek için yan yana sipere yatmıştık.

Biz özlem giderirken zamanın nasıl aktığını fark edemiyorduk. Bir sabah ayrılma zamanı zili çaldığında hüzün yeniden içimi işgal etmeye başladı. Onu yine ablukayı yararak Kuzey Kürdistan (Türkiye) sınırına kadar götürdük. Dağın doğu yamacında sessizce birbirimize sarıldık. O sarılış bizim o sınırsız sevgiyle, saygıyla, koruma duygusuyla birbirimize son sarılışımız olmuş. Kekom diyerek bir daha kendisini öptüm. Yine gözleri bulanmış ve birbirlerini itekleyen damlaları göstermemek için de yüzünü çevirip, dolunayın ışığı altında sessizce klavuzların ardı sıra dağın diğer tarafındaki Bakur’a doğru yavaşça kayıp gitti. Üçbuçuk yüz yıl önce yurdumuzu bölen yapay sınır bizi birbirimizden ayırıyordu.

Biz kimdik? Biz kalpleri özgür vatanlarına gömülmek istenen iki başkaldıran erkektik. Biri 17 yaşında en iyi tıp öğrenimini görmek, halkına hizmet sunmak için göçmen olmayı tercih etmiş, öğrenimini bitirdikten sonra halkını tedavi edebilmek için ülkesine koşar adımlarla dönmüş, diğeri 12 Eylül cuntasının öğütmeye çalıştığı, zulmün zindanlarına doldurduğu insanlarını faşist ideolojinin hâkim ve savcılarının gazaplarından korumaya çalışan bir avukattı. Kürdistan dağlarında, kendi ülkemizde kaçaktık! Sınırlar bizi engelliyorlardı.

O, dağın yamacına doğru tırmanırken, yamaçtan diğer tarafa inerken kendisinin yavaş yavaş kaybolan bedenini hayranlıkla seyreden bendim. Kendisine olan sevgimin varlığımın tüm hücrelerini titretmesini engelleyememiştim. Kendisini koruma tutkum, saygım ve sevgim birleşmişlerdi. Bütün tehlikeleri göze alarak, zorlukları hiçe sayarak benimle yüz yüze konuşabilmek için çatışma alanına kadar gelen kardeşim dönüş yolunda bir saldırıya uğrayabilir mi korkusuyla sarmalanmıştım.

Türkiye’de darbe olmuş, askeriye yönetime el koymuştu. Türkiye üzerinden gelen kısıtlı lojistik destek de kesilmişti. O günler ve o ayrılış anı bizim çocukluktan beri aramızda olan hesapsız-kitapsız, sınırsız sevgi-saygı dolu hisleri yaşadığımız son günler, son anlar olacaktı.

İsmail Ağayê Sımko’nun oğlu Tahır Han’da dâhil edindiğim dostlarımı ziyaret etmeye başladım. Kendileriyle vedalaşıyordum. İki gün at üstünde yolculuk yaparak Soma üzerinden Piranşar’e oradan daha aşağılara Dr.Qasemlu’nun üssünün olduğu yere vardım.

Dr.Qasemlu’yla birlikte Avrupa’ya dönme, lojistik destek için kapanan Türkiye hattı yerine başka bir hat aramak için karar aldık. Dönüş nasıl sağlanacaktı? Mecburen Irak üzerinden olacaktı. Bu gerçeklik beni fazlasıyla rahatsız ediyordu.

1970’den 1980’e kadar Başur Kürdlerini İran, yani Kürdistan’ın doğu parçasını kontrol altında tutan, oradaki Kürdlere kan kusturan rejimle ilişkileri olduğu için eleştiren bizdik. Peki ya şimdi biz ne yapacaktık?

Ben, Güney (Irak) Kürdlerine yaşamı cehennem eden Irak rejiminin oluru ve yardımıyla Irak üzerinden Avrupa’ya mı gidecektim? Peki, ben o andan itibaren nasıl Başur’lu kardeşlerimin gözlerine bakabilecektim! Bu mecburiyet benim için bir şoktu!

Ne yazık ki bir başka yolun, seçeneğin olmadığı da bir gerçeklikti! Rahmetli Rahman bu yolculukla ilgili şaşkınlığımı, huzursuzluğumu fark etti. Bana «Niye şaşkınsın? Kendal sana bu yolu kullandığımızı başka bir yolun olmadığını söylemedi mi, durumu izah etmedi mi? O da Bağdad üzerinden geldi. Seni niye Tahran üzerinden gönderdi ki? O yol çok risklidir. Biz Tahran üzeri gelişine anlam veremedik.»

Ben öğrenmeye devam ediyordum. Yakınım olan Kendal’ın ismi her geçtiğinde şok üzerine şok yaşamaya başlıyordum. Moralmen en alt seviyede Lan Cruiser Toyota bir ciple yola çıktık. Dağların diğer tarafı Qandil’di. Geceyi Celal Talabani’nin o dağlardaki 2 odalı “evinde” geçirdik.

Tesadüf bu ya o gece Ali Qazi’de oradaydı. Sabaha kadar süren sohbetten sonra onlar uykuya daldılar. Bizse yola çıktık ve öğle saatlerine doğru Hewler’e (Erbil) vardık. Doğal olarak orada bizi ağırlayanlar “güvenlik görevlileri” oldular. Arabayı kullanan şoför beni onların tercih ettikleri otele bıraktı, vedalaştı, Rojhılat’a doğru yola koyuldu.

İkinci gün Kerkük’e götürüldüm. Kerkük’ün «Kerkük Hotel» isimli otelinde “misafir edildim”. O dönemde Kerkük’ün en lüks hoteliydi. Orada Ortadoğu’nun, Kürd realitesinin o zamana kadar tanımadığım çehresini tanıma olanağına kavuştum.

Hotelde kimler yoktu ki? Rojhılat’ta bizi abluka altına alan, köylülerin bize ekmek bile vermelerini engelleyen ağalardan tutalım da sadece isimleri olan ama varlıkları olmayan parti başkanlarına kadar. Aylarca birlikte cepheden cepheye koştuğumuz Sanarê Mamedi  uyuşturucuyla ilgilidir diye evlatlıktan men ettiği oğlu Cano’ya kadar. Hepsi «Humeyni’ye karşı savaşıyoruz, bize para verin.» diyerek oraya dilenmeye gitmişlerdi.

İran-Irak savaşı başlamıştı. Ben bir an önce Bağdad’a oradan da Paris’e gitmenin umudu içindeydim. Bir gün birileri otele gelip benimle benim anadilimle konuştular. Konuşma sırasında kendileriyle birlikte yürümemi istediler. Adımlamaya başladık ve beni otele 300-400 metre uzaklıkta bahçesinde fıskiyesi olan bir villaya götürdüler.

Garip bakışlar altında villadaki “kabul” salonuna alındım. Kabul salonunda şalı şepıkli giysiler içinde yüz ve vücutlarından hepsinin çok iyi beslendiğini körün bile görebileceği Kürd beyleri, ağalarıyla göz göze geldim. Onlar ellerinde çok değerli tespihlerini şakırdatarak oturuyorlardı.

Otururken sürekli ikram edilen çayları, tatlıları, meyveleri 8 aylık hamile bayanları çağrıştıran göbeklerini anımsatan göbeklerine bir an önce indirme, eritme yarışına girmiş olduklarını gördüm. Kabul salonuna girdiğimde onların bana yönelik düşmanca, küçümseyen bakışlarında gördüğüm gerçeklik neydi? Kürdün ebedi dostluk, sevgi ışıklarıyla dolu gözlerinden zerre kadar bir iz bile yoktu o gözlerde. Kerkük otelinde ağırlanan “çok değerli misafirler” beni tanımış ve ekmek-aş verenlerine hemen istihbari hizmetlerini sunmuşlardı.

Bir süre sonra bir erkek odaya girdi. Bana doğru adım atmaya başladı ve Fransızca konuşuyordu. Benimle tokalaştıktan sonra hemen «Biz dünyada Kürdleri destekleyen tek devletiz. Görüyorsunuz işte bu salondaki misafirlerimizden hiçbiri kıyafetinden, dilinden, Kürdlüğünden uzak değil. Saklanmıyorlar, kendilerini gizlemiyorlar. Biz Türkiye, İran gibi değiliz. Kürd halkının dostuyuz. Bağdat’da Kürdçe yayın yapan radyolar.» vs. vs.

Orası Kerkük istihbarat şefinin villasıymış. Yarım saat süren sözlü propagandadan sonra beni kimliklerimle birlikte tanıdıklarını belirtti. İran’a karşı yiğitlik gösterdiğimi, Şıkak’tan Kerkük’e gelen herkesin benim Şıkak’ta efsane olduğumu anlattıklarını vurguladı. Bense bütün bu anlatımların, methiyelerin ardı sıra gelecek sürprizi merak ediyordum. Meraktan boğuluyordum.

Hatip sonucu bağlamaya başladı. Avrupa’ya gitmemin doğru olmadığını bastırarak söyledi. Halkımı Humeyni rejimine karşı koruma görevimin olduğunu dudaklarını gererek, dişlerini bastırarak fısıldadı. Şıkak’ta çektiğimiz sıkıntıları iyi bildiğini, bu sıkıntıları gidermeye hazır olduklarını vaat edip devam etti.

Gözlerime dikkatlice bakışlar atarak istediğim bir Avrupa ülkesinin herhangi bir bankasında açacağım hesaba arzu ettiğim miktarda para yatırmaya hazır olduğunu, hemen benimle bankaya gidebileceğini, bu konuyu hal etmeye hazır olduğunu da eklemeyi ihmal etmedi.

Ben beklemediğim bu ziyaretçi ve her biri bir ok gibi bana doğru savrulan, beni yaralayan açıklamalardan dolayı hareketsiz kalmıştım. Kendisine yanıt vermeden hotele dönmek istediğimi söyleyip ayağa kalktım. Kabul salonundaki tüm pazarlamacı Kürd beylerinin, ağalarının «Ev kiye ku wer dike?» dercesine hayret tablosunu dokuyan bakışları her tarafımı sarmıştı. O bakışların sahipleri bireysel çıkarlarından dolayı “hayır” sözcüğünü kullanamayanlar oldukları için o zatı benim gibi “cevapsız bırakma cüreti” gösteremezlerdi. Kendileri şaşkın bakışların sahipleri olarak odanın dekorasyonuna katkı sunuyorlardı.

Yaşadığım şokun sarsıntısıyla otele döndüğümde duygu dünyam tepki doluydu. Yapabilsem villadaki Rojhılat’lı misafirleri cehenneme gönderirdim. İkinci günün sabahı yine Kürdçe konuşan biri gelip beni Bağdad’a götüreceğini söyledi. Bir gün önceki tavrımın anlaşıldığını, bir daha işbirliği teklif edemeyeceklerini Avrupa’ya dönebilmek için Bağdad’a gidebileceğimi düşünmeye başladım.

Gerçekten de Bağdat’a doğru yola çıktık ve oraya vardık. O dönemin şartlarına göre Bağdad’ın en lüks oteline bırakıldım. Şoför gitmek isteyince de bundan sonra ne olacak sorusunu sormak zorunda kaldım. O da cevaben «Merak etmeyin sizin için gelecekler. Her şey yolunda.» diyerek ayrılıp gitti.

Bir kaç saat sonra gerçekten de benim için gelenler oldu. Beni çok lüks olduğu görünümünden belli olan Bağdad’ın o semtinde yine büyük hurma ağaçlarıyla süslenmiş, güllük yeşil bahçesinde büyük mermer fıskiyelerin olduğu bir villaya götürdüler.

Bu villanın ev sahipleri Kerkük’tekinden daha profesyonel, daha güçlü, daha kararlıydılar. Kılık kıyafeti yerinde, kravatlı, beş metreden his edilen ağır parfümüyle beyefendi bir asker-bürokrat soğuk kanlığıyla hiç beklemeden hemen konuya girdi. Fransızca istekleri dile getirmeye başladı.

Teklif Kerkük’tekinin aynısıydı. Sadece ufak bir fark vardı! Bağdat’da bir düzine Avrupa bankasının olduğunu belirtip, kabul etmem halinde zaman kaybetmenin bir anlamının olmadığını vurgulayarak konuya giriş yaptı.

Geriye Rohılat’a dönmemi ve İran rejimine karşı savaşmamı ısrarla istiyordu. Beni Dr. Qasemlu’nun haberi olmadan kendi olanaklarıyla “sağ selim ” Rojhılat’ın, Şıkak bölgesine kadar güvenlice geçireceklerini üstüne basarak söyledi. Eğer kabul edersem ben döndükten sonra bana yapılacak silah sevkiyatı ve silahların cinsi vs. üzerine zaman kaybetmeden konuşmamızın daha iyi olacağını belirtti.

Ben sabırla kendisini dinledikten sonra Paris’e dönmek istediğimi yenileyince (Kerkük’te olduğu gibi)«Emin misiniz?» diyerek bana sertçe bakış fırlatıp bir başka soruya geçti. Kendisine emin değil karalıyımla cevap verdim. O da «O zaman kusura bakmayın. Burası yol değil ki herkes topraklarımızdan geçip istediği yere gitsin.»cümleleriyle beni cevapladı.

Öylece ayrıldık. Beni oraya götüren şahıs göründü ve beni Bağdat’taki otele götürdü. İkinci günü daha kahvaltıdayken aynı şahıs gelip «Birlikte Hewler’e döneceğiz.» cümlesini fışkırınca odama gidip sırt çantamı aldım. Onun kullandığı araçla yola çıktık. Bir kaç saat sonra Hewler’deydik. Beni herhalde yine Hewler’in o dönemdeki en lüks hoteline yerleştirmişlerdi.

Otel hemen hemen boştu. Kahvaltıya indiğimde yanıma Fransızca bilen biri oturdu. Fransızca bildiğimi resepsiyondakiler kendisine söylemişler. Kendisi İran’ın tanınmış Tabatabayi ailesinin mensubuydu ve Fransa vatandaşıymış ama İsviçre’de yaşıyormuş.

İsviçre’ye gitmek üzere Irak’a girdiğini belirtti. Iraklıların kendisini İran’a dönüp ailesini Humeyni karşıtı muhalefeti geliştirmek için ikna etmesi için baskı yaptıklarını, İsviçre’deki eşini ve çocuklarını merak ettiğini, onlara kavuşmak istediğini, ne yapacağını bilemediğini hüzünlü bir şekilde anlattı…

Kendisini dinledim. Ben de bölünmüş bir ailenin babasıydım Çekoslovakya devleti ulusal faaliyetlerimi, Saddam rejimi karşıtı eylemimi neden olarak gösterip beni sınır dışı etmiş eşim ve oğlum Prag’da kalmışlardı. Onların çıkışlarına, benimde girişime izin verilmiyordu. Yaralı erkeği dinledim. O anda oluşan düşüncemi kendisine açıklamaya başladım.

Sana bir teklifim var. Gel dikkatleri çekmemek için eşyalarımızı odalarımızda bırakalım. Resepsiyondaki görevlilere de pazarı soralım. Onlar bizim pazara gideceğimizi düşünsünler. Biz pazarda kendimize Kürd ulusal giysilerinden satın alıp giyinelim. Avrupa kıyafetlerimizde bir poşete koyup atalım ve kaçalım. Bana verdiği olumlu cevaba şaşırdım. «Hadi o zaman gidelim.» Anladım ki kendisini uzun zaman alıkoymuşlar. Birlikte her şeyi göze aldık.

Birlikte Hewler’in kalesinin altındaki pazara giderek şalı şepık ve ne gerekliyse aldık. Hemen orada giyindik, çıktık. Ben daha öğrencilik yıllarında Zaxo’lu, Duhok’lu arkadaşlarımın lehçelerini kapmıştım. Pazardakiler beni Duhok’lu sandılar.

Aldığımız Kürd giysilerinin pahalı, lüks olmamalarına gayret gösterdik. Halk görünümünü tutturduk. Bu arada bir berbere uğrayıp saçlarımızı iyice tam yöre tıraşına uygun olarak kısalttık. Poşete bıraktığımız Avrupayi giysilerimizde bir yerlere bırakıp çıktık. Sora sora taxi durağına doğru yürüdük.

Duhok’a gitmek istediğimiz söyledik. Bizi Duhok’lu bir taksicinin taksisine bindirdiler. Daha şehri terk etmemiştik ki durmasını istedim. Şoför isteğim üzerine durdu. Duhok’a değilde Bağda’da gitmek istediğimizi ama kimliğimizin olmadığını Iraklı olmadığımızı açıkladım.

Şoför tam bir Kürddü.«Anladım, sen Türkiye’densin, kaçıyorsun.» cümlesiyle beni cevapladı. O, cuntadan sonra kaçanların çok olduğunu ekleyip, «Sorun değil» dedi. Bir yere gittik. Kendisi indi ve biraz sonra döndüğünde rahattı.

Elinde çok eski yıpranmış iki Irak kimlik kartı vardı. Kimlik kartında ki isimleri bize ezberletti. Bizim pasaportları, kimlikleri evrakları alıp kapıda keşif edilmesi zor olan zulasına sakladı ve yola çıktık.

Bağdat’a varıncaya kadar en az on kez kontrolden geçtik, bazı yerlerde bahşiş verdi, bazı yerlerde küçük hediyeler (sigara) ve bizi Bağdat’a ulaştırdı. Bağdat’ın girişinde durdu ve «Kusura bakmayın Bağdat’ın içine girmeye korkuyorum, Bağdat polisi zalimdir.» dedi.

Irak kimliğini geri almadı. Bizim tüm evraklarımızı, pasaportlarımızı zuladan çıkararak bize verdi. İçten bir insan olarak bizimle kucaklaştı ve vedalaştık. İstikametimiz belliydi. Gideceğimiz yer Fransa Büyükelçiliğiydi. Bizi taşıyan şoför fazlasıyla tedbirliydi. Hewler’de sırt çantalarımızı kalın torbalara bırakıp, görüntüyü değiştirme gereğini görmüştü.

James Bond’un Ortadoğu’da çekilmiş filmi var mı bilmiyorum. Biz ona taş çıkartır boyutlarda bir serüvenle Fransa Büyükelçiliğinin önünde nöbet tutan Iraklı polisleri de aşarak elçilikten içeriye girdik.

İlk karşılaştığımız konsolosluk görevlisi bizi dikkatle dinledi ve amirini de durumumuzdan haberdar etti. Ayrıca bana telefon numarasını verdi ve benden Kendal’le irtibata geçmemi rica etti. Bir saat içinde Kendal’la bağlantı sağlandı. Kendisiyle konuşmam için telefonun ahizesini de bana doğru uzattılar.

Kendal’e Fransa Büyükelçiliğinde olduğumu, Fransa’da oturum hakkım olsa bile Fransa vatandaşı olmadığım için büyükelçilik görevlilerinin bana yardım edebilmeleri için bakanlıktan emir almaları gerektiğini söyledim.

Kendisi de «Müsterih ol, konu hal edilir. Bursunu iade etmiş olsan bile bursiyersin. Ayrıca burada oturumun var. Bayan Lescot’la hemen irtibata geçer, konuyu hal ederiz.» diyerek beni ümitlendirdi ve gece yarısından önce de beni arayacağını sözlerine ekledi. Saatler akıyorlardı, sabah bir sıralarıydı başkonsolos «Gece yarısı oldu, geçti ve arayan soran yok.»dediği gibi çok net ve anlaşılır şekilde büyükelçilik binasında kalamayacağımı, Fransız olmadığımı, bana yardım edemeyeceklerini ve elçiliği terk etmemi istediklerini söyledi.

Bu kararı da Fransa Dışişleri Bakanlığı görevlilerinin oluruyla aldıklarını açıkladı. Bu açıklama üzerine yine bir şok haline girdim.

Kendal telefon etmemişti. Dışarıda sıkıyönetimden ötürü her köşe başında «çaaşıl şaab» yani halk milislerinin olduğu, dışarıya çıkmanın yasak olduğu Bağdad’ın sokaklarına yani ellerinden kaçtığım kişilerin avuçlarına doğru atılıyordum. Yani bu bize sığınan kişiyi alın ve ne yaparsanız yapın, can güvenliği konusu bizim sorunumuz değil dercesine.

Bu tavrı alanlar, beni sokağa atma kararı verenler Kürd dostu, hümanist, medeni bir ülkenin görevlileriydiler!!! Tabi ki Fransızların o dönemde Irak’la inanılmaz rakamlara varan ticari ilişkileri ağır basmış ve göstermelik hümanizmleri ticari defterlerle kaplanmıştı.

Paris’ten Kendal’in dostları ne dediler, ne yaptılar sorusunun cevabı askıda kalarak, «Bizi ilgilendirmiyorsun, başının çaresine bak.» bakışıyla dışarıya celladın eline doğru itildim. Şiddet, baskı, ölüm kokan sokağa atıldım.

Bu kez Irak’ı yöneten güçlerin ellerine geçersem artık öyle kibarca «Geldiğin yere dön.» denmeyeceğini tüm varlığımla his ediyordum. Dışarıya atılmıştım. Gelişme üzerine tüm algılama sistemimi, zihnimi seferber ettim. Zaten ondan başka güvenecek bir şey, bir cisim de kalmamıştı. Kendi ayaklarımla dengeyi sağlayıp ayakta kalabilirdim.

Bağdad’da geçirdiğim süre içinde polisçe iki kez tutuklandım. Bunların biri Kendal’in telefonda «Şu adrese git. Onlar Kürddürler.»dediği adreste gerçekleşti. O «Kürdler» bana çay ikram etmişlerdi ve getirdikleri çayı dahi içip bitirmemi beklemeden polis çağırmışlardı. Çağrılanlarda gelip beni aldılar.

İkinci kez bir otelde aynı durumu yaşadım. Kendal bana «Bu numara Sinemxan Bedırxan’ın beyine aittir. O kişi Bağdad’da yüksek bir görevlidir.» demişti. Ben de O kişiye telefon etmiştim. Telefon ettiğim otelin resepsiyonunda görüşmek için o kişiyi beklerken onun yerine polis gelip beni almıştı.

Her iki seferinde de karakoldan kaçmayı başardım. Paris’ten bir hayır değil de her seferinde şer geldiğini sadece kendi becerime, çare, çözüm bulma yeteneğime güvenmek zorunda olduğumu iyice anladım.

Kararımı verdim yeniden pazara gittim. Bağdat’ın pazarında Filistinli kaçakçılara ulaştım. Onlarla anlaştım ve yüzlerce km. çölü aşarak Ürdün’e varabildim. Canımı kurtarmanın bedeli olarak son kuruşuma kadar maddi değeri olan her şeyimi Filistinli kaçakçılara vermek zorunda kaldım.

Onlar beni Ürdün’de kraliyet caddesinde bulunan ucuz bir otele kadar götürdüler. O günlerde kaçak olarak Irak’ı terk edebilmenin kolaylığının temelindeki gerçeklikse şuydu; Irak, İran savaşı başlamış ve Irak’ta çalışan onbinlerce yabancı uzman, iş adamı, işçi Irak’ı terk edebilmek için yollara düşmüşlerdi.

Ürdün’de otelin olduğu kraliyet caddesinde gezindim, etrafı tanımaya çalıştım. Bir tatlıcıya girdim. İnsanlarla son derece rahat iletişim kuran biri olduğum için kendileriyle sohbet etmeye başladım. İşyeri sahibinin Ermeni olduğunu öğrendim. Kendisiyle tanışıp durumumu anlattım. O da beni zengin bir Ermeni’yle tanıştırdı. O kişi kendi ofisinden benim Kendal’a telefon etmeme müsaade etti.

Kendal’sa telefonda konuşurken benim kendisini arama olanağına kavuşmuş olmama dair şaşkınlığını saklayamadı. Kendisi istemese de, rahatsız olsa da er geç şu veya bu şekilde Paris’e varacağımı anladı. Yani Irak cehenneminden sağ çıkabilmiştim.

Kendal benim için o zengin Ermeni’nin hesabına 1000 Frank göndereceği konusunda söz verdi. Gerçekten de 9-10 gün sonra o miktar o kişinin hesabına girdi. Ben bu arada orada Ermenilerin yardımlarıyla hemen bir Ermeni doktorun muayenesinde günde 4 saat çalışmaya başladım.

1000 Fransız Frank’ı gelince Ermeni dostlarımın yardımlarıyla ancak Şam üzerinden Prag’a, Prag’dan da Paris’e bir bilet bulabildim. Her taraf ve tüm uçaklar Irak’tan kaçanlar ve hacca gidenlerle doluydu!

Bu kez de yine beni tehlikelerin beklediği iki ülkeden geçmek zorundaydım! Suriye ve Çekoslovakya! Başka hiç bir seçenek yoktu. Yolculuğu yaptım ve sonuç olarak sağ salim Paris’e vardım.

En çok merak ettiğim kişi de Kendal’di! Her şeyden önce celladın eline atılır gibi Fransız Büyükelçiliğinden gece yarısı çıkarılışım, sokağa atılışım kendisi bu gelişmeye ne diyecekti, nasıl yorumlayacaktı?

Bana verdiği, gitmemi istediği her adreste polisin çağrılışını ve yakalanışımı nasıl izah edecekti?

Ben tedbiren hangi ülke üzerinden uçak bulduğumu, hangi güzergâhlarda yolculuk yaptığımı Kendal dâhil kimseye söylememe kararı aldım ve öylede davrandım. Sonuç olarak Paris’e ulaşabildim.

Kendal’e telefon ettim ve kendisi «Nazım Hikmetin kahvesi» olarak bilinen Saint Michelle caddesinin başındaki kahvede buluşmamızı önerdi. Hâlbuki oraya ta öğrencilik dönemimizde bile gitmezdik.

Neden mi?

Türkiyeli solcular ve onları izleyen muhbirler oraya gittiği için. Çoğu zaman buluştuğumuz kahve ya «Café Clunny» ya da onun kaldığı evin sokağının başındaki «Jarden Luxembourg» un giriş kapısının karşısındaki kahveydi, ki orası da onun evine 150-200 metre uzaklıktaydı.

Sonuç olarak gece geç saatlerde orada buluştuk ve oturduk. Daha önce randevusu varmış ondan dolayı gecikmiş! Kasım ayının başıydı ve her yıl olduğu gibi yine Paris’te hava soğuktu.

Benim üzerimde sadece el çantam, o çantadaki pasaportum, notlarım ve çok az miktarda para vardı. El çantamı oturduğumuz masanın kenarındaki boş olan sandalyenin üstüne bıraktım. Bir ara tuvalete gidip geldim. Konuşmaya devam ettik. Kalacak yerim olmadığından Kendal’in 30 metre karelik evine doğru gitmek üzere oturduğumuz yerden kalktık, yürümeye başladık.

Kahveden 3-4 dakika uzaklaştığımızda alışık olduğum ve sağ elime taktığım çantanın olmadığını aniden fark ettim. Heyecanlandım ve Kendal’e çantamı kahvede unuttuğumu geri dönmemiz gerektiğini söyledim. Hızlı adımlarla oraya doğru yürüdük. Kendal yine profesyonel olmanın kendisine vermiş olduğu soğukkanlılığını kaybetmedi. Oyununu hayran olduğu yüce Fransız kültürünün kibarlığıyla mükemmel oynadı.

O geç saatte kahvede bizden başka müşteri yoktu ve kahve boştu. Kahveden ayrıldığımızda da biz son müşteriydik, bizden başka sadece iki garson orada bulunmaktaydılar. Buna rağmen çantam kendisini bıraktığım yerde değildi! Bizi izleyen kimdi? Kim orada Kendal’le buluşacağımızı biliyordu?

 

 

Yekta Uzunoğlu, Erdinç ve arkadaşı Cevdet ile, 1968

 

O kadar serüvenden geriye kalan anılar, Bağdat’da aldığım pasaportum, kimliğim, doktorluk kartım ve hele hele tüm günlük notlarım kaybolmuşlardı. 8 ay boyunca Rojhılat’da kalış, ilaç, tıbbi malzeme yokluğu içinde yaralıları, hastaları tedavi, halkımın yaşadığı zorlu yaşamı gözlemleme, dönüş yolculuğu sırasında yaşadıklarım, tanık olduğum gelişmeler, etkilenmiştim, rahat değildim.

Dalgınlık, aşırı yorgunluk, gerilim sonucu tuvaletten dönünce çantamın sandalyenin üzerinde olup olmadığını bile kontrol edememiştim. Son 8 ayda yaşadıklarımı Kendal’a anlatıyor, onun anlatımlarını dinliyordum. Çantanın varlığını unutmuştum.

Koşar adımlarla geri dönüp de çantayı bulamayınca kendi kendime ben tuvalete giderken Kendal masanın kenarında oturuyordu. O burada olmasına rağmen çanta nasıl yok oldu diyordum? Çantaya el uzatıp alanı görmemesi, fark etmemesi mümkün değildi ki. Çünkü kahve boştu. Çantasız Kendal’in evine doğru ilerledik. Ben bütün notlarımı kaybetmiş olmanın gerilimini de yaşamaya başlamıştım. Huzursuzluğum katlanmıştı.

Kendi kendime madem geceyi bunun evinde geçirecektik. Peki, niye kendisinin evine yakın olan o kahvede değil de diğer kahvede buluştuk sorusunu soruyordum. Çünkü geçmişte çoğu kez onun evine yakın olan o kahvede buluşmuştuk.

8 ayın yorgunluğu, yolculuk sırasındaki yıpranma, tümünün üstüne belgelerimi kaybetmenin verdiği gerilimle geceyi geçirdim. Ertesi sabah yorgunluktan kurtulamamış şekilde uyandığımda çantamın kayboluşu üzerine yeniden konuşmaya başlayınca dayımın oğlu Rauf Dursun’un o kahvede part-time garsonluk yaptığını öğrendim.

Bu bilgi beni kaybettiklerimi bulma konusunda yeniden biraz umutlandırdı. Kendisini aradım, buluşup hasret giderdik ve birlikte o kahveye gidip çantamı sorduk. O, orada çalışan garsonları uzun zamandır tanıyan biriydi.

Onlar kendisinin arkadaşlarıydılar. Rauf onlara bizim akraba olduğumuzu, çantanın benim için çok önemli olduğunu vs. anlattı. O, o gençlerin çantamı bulmuş olmaları halinde kesin olarak iade edeceklerinden emindi.

Onlar “sağlam” gençlermiş, dostmuşlar, aralarında böyle şeyler olmazmış. Peki, kim niye çaldı çantamı ya da niye çaldırdı, hangi amaçla çalınmasını sağladı!?

Ben cehennemlerden geçerek, çok kez ölümle burun buruna gelerek sağ salim Paris’e varmıştım. Paris’te de çantamın içindeki bilgilerin, belgelerin çalınmasıyla ruhen vurulmuştum. T.C.’den pasaport almam mümkün değildi. Günlüğümdeki notları tek tek hatırlamam mümkün değildi.

Pasaportsuz kalmıştım ve daha bir yıl önce bana kötüde olsa bir pasaport sağlayan Kendal, o kapının kapandığını, bana yeni bir pasaport sağlamasının mümkün olmadığını o negatif gelişmenin zevkini yaşayarak açıkladı!

Kürdistan’a giderken Paris’teki evimde bulunan eşyaları dağıtmış, özel eşyalarıma kadar her şeyimi akrabalarıma vermiştim. 8 ay sonra savaş alanından geriye dönmüştüm ve ne kalacak bir yerim nede kullanacak bir eşyam vardı. Bizim oraların tabiriyle ” tıkı tazi, rut” Paris’in sokaklarındaydım. Benimle kan bağı olan bu kişiye sığınmıştım.

Daha bir yıl önce Çekoslovakya’dan Paris’e geldiğimde Paris’e yerleşebilmem için gayret gösteren Kendal’da gayretin g harfinin işaretini göremiyordum. Bu gelişmenin nedeni neydi, nelerdi? Ben ne yapmıştım ki? Hatalı, suçlu muydum? Aforoz edilmeme sebep suçum neydi?

Paris’te sahip olduğum olanakları elimin tersiyle itmiş ve savaşan halkımın yanında olmak, yaralarına merhem sürmek, ölümleri engellemek için Doğu Kürdistan’a gitmeye karar vermiştim.

Hazırlığımı yaparak çıktığım o yolculuk sırasında bineceğim uçağın gecikmesinden dolayı havaalanında «öğrenmemem gerekli olan bilgileri» duymuştum, bilmemem istenen bir seyahatin yolcularıyla karşılaşmıştım, gizli tutulan «sırları» öğrenmiştim.

Ben Kendal’ın bir akrabası olarak bilmemem gereken bilgileri o andan itibaren bilen biriydim, yolculuğa tanıktım, hepsi bu. Bana reva görülen uygulamanın, cezanın gerisinde yatan gerçeklik buydu.

Brüksel havaalanı üzerinden Kürdistan’a gitmek için hareket ettiğim gün Kendal’de aynı saatlerde M.E.Bozarslan ve Huseyni’yle Qasımlo adına Muammer Kaddafi’den para istemek için Brüksel’den uçakla Libya’ya gideceklerdi.

O, bu bilgiyi Qasımlo’ya iletmemden çekiniyordu. O gidişin, gidiş konusunun bilinmesini istemiyordu. Kendisinin Saddam’ın istihbarat görevlileri aracılığıyla Bağdat üzerinden İran’a gidip geldiğini de biliyordum vs. vs. Bildiklerimden dolayı kendisi için tehlikeli olmaya başlamıştım.

Çanta sır olmuştu. Kalacak yerimde, paramda yoktu. Kendal istemeyerek kızkardeşi Nezihe’nin «Rue Pigalle»deki evinde kalmamı sağladı. O ev hepimizin, yani Paris’teki Kürd camiasının her gün uğradığı bir mekândı ve orada telefon da vardı.

O telefon vasıtasıyla iletişim kurabiliyorduk. Aramamız gerekenleri arayabiliyor, bizimle konuşmak isteyenler bizi arayabiliyorlardı. O mekân bizlerin, Mehdi Zana’nın Diarbakır Belediyesi için sağladığımız otobüsleri almaya gelen şoförlerine varana kadar herkesin kaldığı mekândı.

Benim orada olduğumu, o evde kaldığımı aile mensupları öğrenmişlerdi. Ben dışarıdayken ağabeyim, canım, ciğerim, dostum, yoldaşım beni aramıştı. Nezihe’nin eşi İsmet ve oraya gelip gidenlerin çoğu da akrabalarımızdılar. Nezihe abimle yaptığı uzun sohbetten sonra ona beni akşam aramasını, akşam mutlaka orada olacağımı söylemişti.

Yaşadığım zor günler, savaş, geçtiğim cehennemi andıran topraklardan sonra nihayet hayırlı, beni rahatlatan bir haber alabilmiştim. Abim Doğu Kürdistan’dan sağ salim dönebilmişti. 12 Eylül cuntası tarafından tutuklanmamış, öldürülmemişti.

Ailemizin iki oğlu, her iki erkek kardeşte sağdık, sağ kalabilmiştik. O, o akşam beni aradığında her zamanki gibi o sıcak dostane sesiyle güneş olmuştu, beni aydınlatıyor bana ışık, enerji, yaşam sevinci veriyordu.

Bir kaç dakikalık sohbetten sonra, cunta geldikten sonra yakalanacağını his ettiğini her şeyi bırakarak dostlarının yardımıyla Suriye’ye oradan da Lübnan’a ve orada da yine dostlarının yardımıyla pasaport ve vize temin edip Roma’ya gittiğini söyleyince ben bir anda çılgınlar gibi sevindim. Yarım kalan bir sevinçle de bir anda da dondum kaldım.

Ben Ürdün’den Şam’a hava limanına geldiğim gün O da Şam’dan Lübnan’a geçmişti. Kendimi zorlayarak, sıkılarak kendisine kısa bir süre önce Paris’e vardığımı, vardığım gece Kendal’le buluştuğumu ve çantamın çalındığını, pasaportum olmadığını, kimliğimi kanıtlayacak bir belgemin olmadığını, maddi açıdan da fazlasıyla sıkıntıda olduğumu bundan dolayı da mecburen Nezihe’nin evindeki bir odada kaldığımı söyleyebildim.

Bütün kalbimle istememe rağmen kendisine açıkladığım zorluklardan, nedenlerden dolayı hemen harekete geçmemin ilk trene binip Roma’ya gitmemin, kendisini kucaklamamın, birlikte yola koyulmanın mümkün olmadığını yokluğun yarattığı ağır baskının neden olduğu acı dolu ses tonumla söyledim.

Ümitsizliğe kapılmaması, çaresizlik hissetmemesi için de hemen Kendal ile görüşüp kendisinin durumuyla ilgili çare, çözüm yolu arayacağımı söyleyebildim. Beni dinledi ve açıklamalarım üzerine ikna olmuş gibi oldu.

Biz birbirimizle konuşurken, yakınken veya birbirimizden uzakken hep dürüst olmuştuk, hep prensip sahibi olarak kalmıştık. Ben o kadar zor durumdaydım ki maddi anlamda sıfırlanmıştım. Üzerimde hiç bir kimlik yoktu ve Fransa dışına çıkamıyordum.

İçine düştüğüm, düşürüldüğüm şartlardan dolayı Kendal artık eski Kendal değildi. Kendal tüm kapıları kapatan olmuştu yine. Kendisine kendimden ötürü olmasa da muhtaç duruma düşmüştüm, zor durumdaydım. O bu durumu biliyor ve eziyet etmek içinde bana karşı kullanıyordu. Beni eziyor, sıkıntılarımı katlıyor, özellikle yaşadığım cefanın zevkini yaşıyordu.

Kendal geç saatlerde geldi. Ben abim Erdinç’in kendi imkânlarıyla Roma’ya ulaşmış olduğunu belirtim, durumu açıkladım. Bu süreçten sonra ne yapılması gerektiğini kendisine sordum.

O ise Erdinc’in çapkın olduğunu, 4 çocuğunu, eşini, anne ve babamı, yazıhanesini, ona muhtaç olan müvekkillerini bırakıp ta Roma’ya kadar gelmiş olmasını doğru bulmadığını söyledi. Bununla da yetinmedi ayrılışı, Roma’ya varışı sorumsuzluk, ona yakışmayan tavır olarak değerlendirdi.

Ben söylediklerini duyunca yerimde hareketsiz kaldım. Kanım dondu. Kendisine, Kendal’la Türkiye’de cunta, askeri yönetim var demek istedim ve ben cümlemi daha bitirmeden, O sözümü keserek konuşmaya başladı ve bana cevaben «Cunta ona ne yapacak ki? O, hiç bir siyasi hareketin içinde değil.»le başlayan uzun cümlelerle yargılayan, suçlayan sıfatları sıraladı.

Değerlendirmeleri, söyledikleri, bir akraba olarak yaklaşımı karşısında ben kendisine sen normal misin, iyi misin dercesine baktıkça, O ses tonunu daha da artırmaya gayret gösterdi, konuştu, rahatladı. Sorumluluk almadığı gibi, yardımcı olmayacağını belirterek çıkıp gitti.

Bir gazabın acıları bitmeden bir diğerine savuruyordu hayat bizi. Hayatımdaki o değerli varlığım kendi gayretiyle o kadar sınırı aşıp ta Roma’ya kadar gelebilmişti. O zor durumdaydı ve ben de kimliklerim, ekonomik olanağım olmadığı için ona ulaşamıyordum.

Onun bana her zaman uzattığı kardeşlik elini bana ihtiyacı olduğu o gün ben ona uzatamıyordum. Benim Irak’ta, İran’da, Ürdün’de son iki ay içinde çektiğim tüm cefaları silip süpüren güçteydi bu seferki cefa, acı.

İkinci günü onun telefon edeceği saate kadar dışarıda deliler gibi dolaşıp durdum. Dünya üstüme yıkılmış, beni en hassas yerimden vurmuştu. Telefon saati yaklaştıkça benim için dünya daha fazla kararıyordu. Bu karaltı içinde üzerime düşen ağırlık tüm varlığımı eziyordu.

Ruhu varlığından koparılmış bir varlık gibi Nezihe’nin evine doğru gidip, mutsuz şekilde içeri girip çalmasını istemediğim telefon zilinin çalmasını bekledim. Yetersiz kalma, cevap olamama, çözüm bulamama halimle gerilim içinde beklerken Kendal’a yakın olanların gözlerinde durumumun kaynak oluşturduğu pervasız bir zevkin varlığını fark ettim, açıkça gördüm. Bu zevkin varlığının bende açtığı kanatan yaralardan dolayı güçsüz, dirençsiz olarak telefonun yanına yığıldım.

Dara düşme, cefa çekme niye birilerini orgazma ulaştırıyor ki? Niye imkânsızlıkların neden oldukları psikolojik çöküş, üzgün surat birilerine zevkli anlar yaşatıyor ki? Hem de bu birileriyle kan bağı da varsa buna hangi isim verilir? Temelinde nasıl bir yaşanmışlık, geçmiş mevcuttur?

Telefon çaldığında o canım kardeşçe sese verecek kendime ait olumlu bir yanıtım yoktu. Kendisine, Kendal diyor ki «Evine dönsün»ü nasıl telaffuz edebildim bilemiyorum. Kendisi «Nasıl bana pasaport bulamıyor mu?» sorusunu bitirir bitirmez «Herê mın fahm kır.» dedi ve bir cümle daha eklemeden hızla, sert bir şekilde telefonu kapattı.

Ben kardeş olarak o anda, o vaziyette ölmekten berbat, beter olmuştum. O cümleleri ona söylemek yerine o anda ölmeyi ne kadar da arzulamıştım. Ya reb te çi anî serê min! Te ez kirim çi halî?

O çaresizliğe nasıl yuvarlanabilmiş, çaresizlik zırhını nasıl giyebilmiştim? O yaşıma kadar hiç bir zaman çaresiz duruma düşmemek için her şeyi yapmama rağmen. O anda ellerim kollarım bağlanmış ağzım açılmıyordu. Kullanabileceğim bir tek imkân yoktu. Ben o an O yiğidimi ilelebet kayıp ettiğimi tüm varlığımda his ettim. Derin bir acı, hüzün tüm varlığımı kapladı.

Ben kardeşliğe kardeşçe, dostluğa dostça, yoldaşlığa yoldaşça en fazla talep, ihtiyaç olan o an da gerekli olan o yanıtı veremedim, gerekli olan eli uzatamadım. Düşürüldüğüm insafsız çaresizlik içindeydim.

 

 

1967

 

Kendi sorunlarımı çözememişken benim yardımıma, desteğime muhtaç olan abime de el uzatamıyordum. Kendisine can güvenliği sağlayacak yaşayabileceği bir ortam hazırlayamıyordum. Gel, kal, gerekli olan her şeyi yapabilecek durumdayım diyemiyordum.

Erdinç kendisine yakışan, onu o yapan kişiliğiyle bireysel kararını almıştı. İkinci gün uçan ilk uçakla o sahte pasaportla Roma’dan direkt İstanbul’a cuntanın hâkimiyeti altındaki metropole gitmişti. Çünkü Paris’teki akraba, ulu otorite tarafından istenmemişti, kabul görmemişti. O anda olması gereken dostluk, koruma, kollama eli kendisine uzatılmamıştı. Tam tersi edepsizce çapkınlıkla suçlanarak 12 Eylül işkencehanelerinin ha bire can aldığı Diyarbekir hapishanesi adlı ölüm makinesinin çarklarının arasına doğru iteklenmişti.

Sıkıyönetim olmasına rağmen O kontrolde yakalanmamıştı. Kullandığı sahte pasaportu yok ettikten sonra bulduğu ilk otobüsle Diyarbakır’a oradan da Batman’a geçmişti. Daha sonraysa yakalanmıştı.

Kendisi günlerce 12 Eylül işkencecilerinin değişik işkencelerine maruz kalmıştı. Kişiliğinin parçalanması, kalıcı izler kalması için gereken bütün yöntemler zulüm seviciler tarafından uygulanmışlardı.

Erdinç’le aynı büroda avukatlık yapan Şerafettin Kaya kendisiyle ilgili olarak «Duruşmam vardı. Beni savunacak avukatta kalmamıştı. Beni mahkemeye çıkardılar. Baktım Erdinç orada ve vekâletnameyi imzalamam için bana doğru uzattı. İmzaladım ve O avukatım oldu. Kendisinin saçı 3 numarayla kesilmişti. Anladım ki daha yeni işkencehaneden çıkmış.» bilgisini bana vermişti.

Erdinç oydu…

Roma’ya geliş, dönüş mecburiyeti, kendisine yapılan işkenceler sonucu bir hayat boyu aramızda itinayla sakladığımız o büyülü cam kırıldı. Kırılması sağlanılan o camla onun tüm değerler dünyası da tahrip oldu.

Roma’dayken Fransa’ya kabul edilmeyişi, geçiş için kendisine yardım, dayanışma elinin uzatılmaması, beklemediği değerlendirme, duyduğu yargılayan cümleler, geri dönme mecburiyeti, gözaltına alınışı, maruz kaldığı ağır işkenceler ve onların sonuçları olarak derin sarsıntılar yaşadı.

Kardeşliğin, dostluğun, yoldaşlığın değerleri, o   inandığımız kadim – kutsal değerler, kendileri için düşünmeden ölüme gidebileceğimiz değerler olmaktan çıkmışlardı. Çıkmaları sağlanmıştı. Geri dönüşü olmayan nehir gibiydi. Kaynaktan uzaklaşmıştı, uzaklaştırılmıştı. İzleyen yıllarda ne yaptımsa bir daha Erdinç o Erdinç olmadı, olamadı.Bir daha kırılan o büyülü fener artık ışık vermedi…

Aylar süren gözaltı, işkence türleriyle yetinmeyen cuntayı yönetenler onun avukatlık yetkisini de elinden almak istediler. Kendisini ruhen darbelemişler, gedikler açmışlar, açlığa da mahkûm etmek istiyorlardı. Dava Yargıtay’a kadar gitti. Kararın Yargıtay’da bozulabilmesi için yüksek miktarda rüşvet verilmesi gerekiyordu.

Ben Kendal Nezan’ın, abimin en zor anında abime yaklaşımından dolayı uzaklaşma, Fransa’dan ayrılma kararı aldım ve ayrıldım. Almanya’ya geçip yeni bir dil öğrenip orada yaşamaya başladım. O dönemde daha henüz ekonomik olanaklarım sınırlıydılar.  Çünkü yeniden sıfırdan başlamıştım, başlatılmıştım.

İkinci kez evlenmiştim. Eşimin de kefil olması şartıyla bankanın verebildiği en yüksek  krediyi aldım ve abime gönderdim ki istenilen rüşveti hâkimlere ödesin… ve daha neler-neler… ne yaptımsa olmadı, nerde… o cam kırılmıştı artık, hiçbir yapıştırıcı o büyülü küreyi canlılık ışığı veren küre yapamayacaktı…

Erdinç bütün yaşadıklarından ,yaşatıldıklarından kuşkucu  olmuştu. Kimseye güvenmiyordu. Kendisine yeni bir arkadaş, dost bulmuştu. Sırdaşı kendisini rahatsız etmeyen alkoldü. O, insanlardan uzaklaştı, kendisini kapattı. Yeni arkadaşı, dostu onu aramızdan alıncaya kadar yalnızlığını alkolle paylaştı, onunla dertleşti. Nasıl ki dostluklarına ölesiye bağlıydıysa yeni dostuna da öyle bağlanmıştı ve onu terk edemiyordu. Bütün çabalarıma rağmen kendisini uzaklaştıramıyordum.

O abimdi ve Farqin (Silivan)ın,Amedin  emsali ender bir yiğidiydi. O yiğidi kendilerine en çok güvendiği kişiler en zor anında kendisine el uzatmayarak, kendisine işkencehaneleri, zulmü layık görerek, zorluk çemberlerinde yalnız bırakarak, Diyarbekir – Batman zindanı adlı zülümhanelerde kalma olasılığını yok etmeyerek daha yaşarken öldürdüler. Tıp doktoru olarak sağken ölümü onda gözlemledim. Alkol bağımlılığının sebep olduğu pankreas kanseri 2014’de O’nu fizikken bizden aldı.

Yekta Uzunoğlu