Sultan Selahattin, o ana kadar dünyada hâkim olan mutlak hak ve hakkaniyeti sorgulamış ve ayrıca Natan’a sormuştur. Ok artık yaydan hiçbir zaman geri dönmeyecek, durdurulamayacak şekilde çıkmıştır.

O ana kadar görülmemiş, yaşanmamış, duyulmamış bir yıldırım gücüyle, bu soru tüm dünyayı bir daha hiçbir zaman o andan öncesi gibi olmayacak şekilde değiştirmeye başlamıştı.
 
Natan donup kalmıştı. Ama Sultanın da ondan sabırsızlıkla sorusuna yanıt istediğini, beklediğini tüm varlığını saran korkuyla hissediyordu.
 
Zorla gırtlağından çıkarabildiği cılız bir sesle; “Sultanım çadırınız çok sıcak, dışarıya çıkıp çardak kursanız rahatlarsınız, siz rahatlarken ben sorunuzu yanıtlamaya çalışayım, sorunuz çok zor, anlatmam lazım, ayaküstünde sizi yorarım” diyebilir ancak! Sultan Selahattin Natan’ın önerisine önce şaşırır, sonra sakinleşir ve kabul eder. Çadırdan çıkarlar, dışarıda bağdaş kuracakları Kürt kilimleri, Kürt renkleriyle işlenmiş minderler serilir hemen.
 
Selahattin Natan’ın karşısına oturmasını ister. Natan, Selahattin’de tanımadığı gerginliğin uzaklaştığını hissettikçe rahatlar, Selahattin de Natan’dan o ana kadar cehennem anları yaşatan yanıtını bulamadığı sorusuna yanıt bulacağının beklentisiyle rahatlar.
 
Kadim iki dost gibi karşı karşıya otururlar. Ve Natan cevabın uzun olacağını yeniden tekrarlar. Sultan  kendilerine şerbet getirmelerini emreder. Natan izin alarak Selahattin’in ondan sabırsızlıkla beklediği yanıtını verebilmek için tüm gücünü seferber eder ve başlar anlatmaya: “Biliyor musunuz Sultanım, bundan bin çarpı bin yıl önce ( bir milyon yıla tekamül eder ) tüm dünyayı yöneten bir hükümdar vardı. Tüm dünyamızda tüm insanların mutluluk içinde yaşayabilmeleri için cennete dönüştüren oydu. O insanlara, hayvanlara, tüm canlılara en adil, en seven ve en sevgi dağıtan hükümdardı. Onun hükmettiği dönemde mutsuz yaratık yoktu, her yaratık onu mutlu kılabilecek kadar rızkını alır ve şükrederdi. Onun üç oğlu vardı. Birbirinden yakışıklı, güzel, akıllı üç eşsiz varlık, üçü de babalarının aynadaki yansımalarıydılar. Günlerden birgün o ulu hükümdar artık dünya işleriyle, dünyayla ilgilenmeme kararı alır, tüm mahlukatın mutlu bir yaşam sürdürebilmeleri için artık her şeyi yaptığına inanır. Ve dünyadan ayrılmayı, dünyayı idare etmeyi oğullarına bırakmaya karar kılar. Üç oğlunu çağırarak kararını önce onlara söyler. Oğulları şaşkınlık yaşarlar, babalarını gitmemesi için ne kadar çaba harcarlarsa da  onu kararından caydıramazlar. Caydıramayınca: “Baba tamam gideceksin ama sen gittikten sonra hangimiz senin yerine hükmedeceğiz?” diye sorarlar.
Babaları kimin nasıl hükmedeceğini onlara Kadı’nın söyleyeceğini, kadıya her biri çin bir kutu bırakacağını ve o kutuda her şeyin olduğunu söyler. Oğulları şaşkınlık geçirirler. Babaları Kadı’yı çağırır ve ona bırakacağı üç kutuyu “Ben gittikten sonra oğullarıma ver,” der.
 
Ulu Hükümdar oğullarıyla vedalaşır, Kadı’yla yalnız kalır. Kadı’ya her oğlu için bir kutu bırakır. Kutularda bulacakları babalık mirasının anlamını, içeriğini, nasıl işlev gördüğünü kendisi gittikten sonra oğullarına anlatması, izah etmesi için Kadı’yı bilgilendirir. Kadı gideceğinin hüznüyle verilen emir ışığında 3 emanet kutuyu alır, oğullarına ne söylemesi gerektiğini hafızasına kaydeder. Ulu Hükümdar da sonra bir daha dönmemek üzere dünyayı terk edip gider.
 
İkinci günü üç oğlu Kadı’ya giderler.  Kutularını alıp açarlar. Her kutuda bir yüzük vardır. O zamana kadar sağ elin orta parmağında yüzüğü taşıyan hükümdardır geleneğini babalarından bilirler. Babaları da sağ elinin orta parmağında büyülü taşı olan, hep ışık saçan yüzük taşırdı çünkü. O yüzük hükümdarın gücüydü. Oğulları babalarının onlardan bir tanesine yüzüğünü bırakacağını kendilerine göre haklı olarak zannederler. Ama babaları her üçüne de kendi parmağında tüm hükümdarlığı boyunca taşıdığı yüzüğün aynısını bırakmıştır. Üçüde şaşırır kalırlar. Ve Kadı’ya sorarlar: ‘Kadım bu yüzüklerden hangimizin ki asıl yüzük? Hangimizi babamız hükümdar kıldı?’
Kadı üç yüzüğe de bakar ve der ki ‘üçünüzün de yüzüğü asıl, babanızın yüzüğüdür.’ Hükümdarın oğulları bocalarlar, çünkü üçü de kendilerini babaları gittikten sonra hükmetmeye hazırlamışlar. Ve şaşkınlıklarını Kadı’ya karşı dile getirirler. Oğullar, ‘Babam size, bize aktarmanız için bir şey söyleyeceğini belirtmişti. Söylesenize size ne dediğini?’ Kadı der ki:‘Üçünüzün de yüzüğü babanızın tüm hükümdarlığı boyunca parmağından çıkarmadığı büyülü yüzüktür. Siz üçünüz de babanızın oğullarısınız. Babanız üçünüzü de aynı derecede sevdiği için kendi yüzüğünden üç tane yaptırttı ve üçünüze de aynı yüzüğü bıraktı. Çünkü hiçbir evladının diğerinin üzerinde hükmetmesine tahammül etmeyecek kadar hepinizi seviyordu. Üçünüz de aynı güçte ama her şeyden önce babanız gibi diğer tüm mahlukata sevgi, sevgiye hayat veren hükümdarsınız.
Babanızla yüzükleriniz sayesinde her an bağlantıdasınız ama adil sevgiyle, her mahluka eşit hak ve hakkaniyetle muamele ettiğiniz müddetçe yüzük aracılığıyla o bağlantı var olabilir, aksi halde yüzük ne size güç verir ne de babanızla bağlantı sağlar. Yüzüğün size vereceği güç babanızın gücüdür. Ogücü, sevgiyi size yüzük üzerinden verecek ama adil, sevgiyle her mahlukun hak ve hakkaniyetini korumazsanız yüzük işlevliğini kaybeder ve babanızla ilişkiniz de kesilir, yok olur ve babanızdan güç, destek alamazsınız. Ama eğer onun gösterdiği yoldan giderseniz babanız hep sizinle olacak, size güç destek verecek yüzükleriniz üzerinden.”
 Selahattin Natan’ın söylediklerine şaşırmaz, aksine rahatlar. Üzerindeki onu geren, kararsızlığa sürükleyen çekilmez ağır yük Natan’dan dinledikleriyle yok olmuştur…
Natan’a sorar: “Yani RAB, bizi, üçümüzü yani; Müslüman, Hristiyan ve Yahudileri aynı derecede mi seviyor?
Natan der ki;“RAB bütün evlatlarını aynı derecede sever Sultanım. Evlatları arasında farklılık onun hukukuna aykırıdır. Biz onun evlatlarıysak, bizim de hukukumuza aykırıdır. 
RAB, hiç kimseye mutlak hak ve hakkaniyet vermeyecek kadar bizi, hepimizi eşit ve çok seviyor.