1187 yılının eylülü…

Selahattin’in ordusu tüm hazırlıklarını yapmış, Kudüs’ü kuşatmak için Sultan’ın emrini bekliyordu. Sultan, Kudüs kuşatması sırasında arkadan saldırabilecek bazı Arap kabilelerine veya Hristiyanlara, Yahudilere karşı tüm önlemini almış, ordusunun kuşatma boyunca tüm ihtiyaçlarını aylar süreceği ön varsayımıyla hazırlatmıştı.
Komutanları her gün Sultanın huzuruna çıkıp kuşatmanın başlaması için emir vermesini istiyorlardı. Çadırlardaki askerler gerginlik yaşıyorlar, “Kuşatma olmayacaksa niye buraya geldik?” diye şikâyet ediyorlardı. Şikâyetlerini komutanları da duyuyor ama Sultan’dan yanıt alamadıkları için cevaplandıramıyorlardı.
Sultan neyi bekliyordu? Tümünün merak edip, yanıt bulamadıkları soruydu bu.
Evet! Sultan neyi bekliyordu?
Selahattin ordusunun kuşatma başlamadığından ötürü rahatsızlık yaşadığını biliyor olmasına rağmen başlaması için de emir veremiyor, tüm gününü büyük çadırında dış dünyayla bağını kopararak geçiriyor, gün boyu çadırının bir köşesinden diğerine gidip gelmeyle geçirirken başka âleme dalıp çıktığını bir o biliyordu. Sultan’ın kararsızlığı, çadırına kendisini günlerce mahpus etmesi, sabahlara kadar uyuyamaması askerler arasında da artık biliniyor ve bu durumu ordusunda gerginliği doruk noktasına vardırtmıştı.
19 Eylül gecesiydi… Selahattin yine uyuyamamış, çadırında geziniyordu.  Bir an içinde olduğu uzaklardan kopup çadırına, olduğu yere geri döndü ve yüksek sesle çadırın önünde nöbetteki askerlerine seslendi, içeriye giren korumasına: “Bana Natan’ı bulun ve hemen buraya getirin!” diye emretti. Koruması şaşkınlığa kapıldı, kuşatma emri beklerken Natan’ı bulması emredilmişti. Ama gece gece Natan nasıl bulunabilinirdi ki? Natan için seferber olundu. Nihayet birkaç saat sonra Natan bulunup atla çadırın önüne getirildi ve Sultan’ın huzuruna çıkması emredildi.
Natan, çadıra endişe, korkuyla girdi. Niye çağırıldığını anlayamıyordu. Selahattin’le dost olmalarına rağmen nihayetinde Sultandı. Ve tarihi bir olayı gerçekleştirebilmek için aylarca insanüstü çaba sarf edip Kudüs’ün duvarları önüne tüm ordusunu kuşatmak yığandı, o. Böyle hayati bir zamanda kendisini niye çağırmıştı ki? Niye böyle bir lükse gerek görmüştü?
Natan’ın yanıt bulamadığı sorulardı bunlar.
Natan, Selahattin’i çok iyi tanıdığından ve kendisi çok zeki olduğundan ötürü Sultan’ın o ana kadar onda izlemediği, inanmakta güçlük çektiği bir gerilim içinde olduğunu tüm varlığıyla hissetti ve bu gerilim onu ürpertti, korkuttu. Selahattin’i daha önce hiç bu halde, görmemişti.
Selahattin, Natan’a, Natan’ın Selahattin’de alışmadığı, görmediği, yaşamadığı sertçe bakışlarını yönelterek:
“Natan benim ordumla niye burada olduğumu biliyorsun değil mi?” diye sordu
 “Tabii ki Sultanım, herkes biliyor.”
 “Yarın artık Kudüs’ü kuşatıp fethedeceğim.”
“Fethedeceğinizden kimsenin şüphesi yok Sultanım!”
 “Ama Natan ben fetih için karar veremiyorum.”
“Niye ki Sultanım? Bir eksiklik, kötü bir haber mi var?”
“Hayır Natan ne eksiklik ne de kötü bir haber var. Sorun bende, ben karar veremiyorum.”
“Niye ki Sultanım, ne oldu ki?”
“Natan sana bir soru soracağım, bana açık yanıt vereceğinden emin olmak istiyorum.”
“Mutlaka Sultanım, ama ya ben cevabını bilemezsem?”
“Hayır sen biliyorsun Natan, sen dünyanın en büyük bilgesisin, ama bana açık söyleyeceksin, yoksa dostluğumuz bu gece burada biter bilesin!”
Natan’ı daha büyük korku sarar. Selahattin o an, o zamana kadar farklı ortamlarda her zaman tanıdığı Selahattin değildi çünkü. O gece, Selahattin’in gerginliği, “bu gece burada dostluğumuz biter” demesi korkutmuştu Natan’ı. Hem hayatını borçlu olduğu kişiydi Selahattin. Ve o an da hayatı Selahattin’in dudakları arasından çıkacak bir kelimeye bağlıydı.
“Natan,” dedi Selahattin.  “Yarın nihayet kuşatmayı başlatmak istiyorum, biz Müslümanız, şehirde bize karşı savaşanların bir kısmı Hristiyan diğer kısmı da senin kavminden Yahudiler. Ve hepimiz de yarın RAB mutlak hak   yolunda ölmek pahasına savaşacağız, hepimiz Rab’ın ondan yana olduğuna tüm varlığıyla inanarak, ama söyle bana Natan RAB, Allah, Tanrı, kimden yana? Bu savaşta RAB biz üç cepheden mutlak hakkı kime bağışladı? Ben RAB’ın biz üç taraftan kimden yana olduğunu bilmek istiyorum.”
Natan, Selahattin’den, yani İslam âleminin sultanından, yani İslam için tüm yaşamı boyunca savaşmış, Sultan olabilmişken ve bu uğurda Kudüs önünde ölmek pahasına tüm ordusunu, en yakın akrabalarını da alarak gelmiş olan Selahattin’den o an beklediği son şeydir sorulan soru! Sultan Selahattin RAB’ın ondan yana olup olmadığını soruyor… Yani emin değil, şüphesi vardı.
Yani RAB’ın Yahudi veya Hristiyanlardan yana olabileceği varsayımına dünyasında yer vermiş, müsaade etmiş…
 

Tek tanrılı üç dinin her birisinin doğuşundan o ana kadar her biri RAB’ın onlara ilettiği kutsal kitaplarla o din mensuplarına Hakk’ı verdiğine inandırılmıştı, o hak ve hakkaniyet uğruna binlerce yıl savaşılmış, kanlar dökülmüştü. Şimdi ise bir Kürt Sultanı uğruna ölüme ve öldürmeye geldiği savaş öncesi bu kutsal Hakk’ı sorguluyordu!
 

Kürd Sultanı Selahattin’i ebediyen ölümsüz kılan ve insaniyet var oldukça da ölümsüz kılacak cevher de sorduğu bu sihirli sorunun içindeki gizemdir.t