Donald Trump’un ABD Başkanı seçilmesinden takriben 120 gün sonra Ortadoğu gezisiyle sergilediği performansın sonucunu anlaşılır bir dile indirgediğimizde İran’ın geleneksel oyununun terminolojisindeki “şah mat” ile tanımlamak mümkün.

Bu kez satranç oyununda olduğu gibi sadece iki oyuncudan biri diğerine “şah mat” çekmiyor. Oyunu kuran ve iki oyuncuya oynatanlar, iki tarafa da karşılıklı olarak daha şimdiden gelecek için “şah mat” çektiriyor. O, oyunun kuralarını da oyuncuların kişiliklerine göre uyarlayarak.

Oyunculardan biri on yıllardır “Transatlantik Medeniyeti” sermayesinin farklı dönemlerde dışarıya sebep olarak gösterilen nedenlerle desteklediği, teşvik ve tahrik ettiği radikal Sünni tasvirlerle İslamiyet’i yayan, diğeri de Bağdat sürgününden alınarak Paris’e getirilen, “Avrupa Medeniyetinin kültür başkenti” Paris’te çadır açılarak ağırlanan, her isteği yerine getirilen Ayettullah Humeyni idi.

O, “Allah’ın gönderdiği yeni İmam” edasında 1953 yılında kaçtığı Roma sürgününden getirtilip tahta oturtulan Şah’ı kovarak yerine oturtuldu. Ona Şiiliği yayması için tüm imkanlar sunuldu. Bu ona “İran’a demokrasi Kürdistan’a otonomi” deyip de muhalefet eden Kürd liderlerinin Avrupa’nın başkentlerinde katledilmelerine seyirci kalan “Transatlantik Medeniyetin” Avrupa cephesinin hizmetiydi.

Aynı kişiyi “şeytan” diye adlandıran bu medeniyetin Atlantik’in ötesinde kalan bölümünün uyuşturucu kaçakçılığını nasıl organize ettiğini de insanlık tesadüfen duymuştu. Her iki oyuncu da “Transatlantik Medeniyetin” ürünleri idiler. Başlangıçta radikal İslam “büyük şeytan” yani Komünizmi durdurmak için üretilmişti. Komünizm yıkıldıktan sonra da yüz üstü bırakıldı. Bırakıldıkları için kendilerini yaratan beylerine saldırmaya başlayınca, beyler onları birbirlerine kırdırtmaya başlamışlardı.

Onları yaratana saldırarak kendi fetvalarını biçen (şimdilik) bu iki “şeytanın” bu kez de birbirlerini yemeleri isteniyordu. Oyunun hazırlanıp sunulduğu şekildeki görüntüsüyle bu iki oyuncu birbirlerine “şah mat” çekeceklerdi. Ama gerçek; oyunu hazırlayan, oyunu oynamaları için de sahaya sürenlerin varlığı idi. Oyunun sonunda ikisine de “şah mat” çektirecek olan da! Hiç değilse oyunun bu partisinde.

Yıllardır Titanik Sendromu’nun acılarıyla kavrulan “Transatlantik Medeniyetin” Amerika kısmı kendi tarihinde ilk kez boğulmamak için siyaset sahnesine birinci ligideki ekibini göndermek zorunda kalmış olacak kadar vahim bir durumda. O birinci lig bile seçimlerde rakibinin karşısında iki milyon daha az oy alarak göreve gelebilmiştir. Bu, bu medeniyetin Atlantik’in diğer cephesindeki bölümünün ne kadar sancılı bir durumda olduğunu, bir diğer tabirle ölüm kalım savaşı verdiğinin çok bariz ibaresidir, belirtisidir.

Bu kavgada siyaset sahnesine gönderilen ekibin başı Donald Trump’un ilk yurt dışı gezisi tabi ki bir zamanlar ülkesinin yarattığı radikal Sünni İslam’ın ana yurdu Suudi Arabistan olacaktı. O Suudi Arabistan ki 11. Eylül de “Transatlantik Medeniyetin” kalbine hançer saplayanları desteklediği, görevlendirdiği şüphesiyle kendisine bakılmakta. Bu mekan geçen yıl İstanbul’da düzenlenen İslam İşbirliği Konferansı’nda temsilcisi tarafından Erdoğan’ın kabadayıca, Kralı’nın ağzından “Ben senin (Amerika’nın) ekonomini çökertirim” diyen mekandır.

Tüm veriler gösteriyorki bu birinci ligdeki oyunun bu partisini şimdiye kadar Amerikan sermayesini temsilen siyaset arenasına gönderilen narsist, egosentrist, bazen dünyanın kaderini belirleyebilen Beyaz Saray’ın Oval salonunda stajyer kızlarla oral sex yapabilen sapıklığa yakın olan siyasi figürlerden çok farklı. İşlerini bir işveren titizliğiyle, sorumluluğuyla, hiç bir faktörü göz ardı etmeden geleneksel siyaset oyuncularının “light” edasına yer olmayan itinayla hazırlamışlar.

Trump’a eşlik edenler; oyun sahasını, oyun kriterlerini akademik çevrede, ömrünü kütüphane veya dershanelerde geçiren hocalardan değil, bizzat bir hayat boyu yaşayarak, izleyerek, oyunları sergileyip ve başarıya ulaşmalarını sağlayarak tanıyan uzmanlardan oluşan bir ligdir.

Bu satranç oyunu için sahada oyuncu diye seçilenlerden biri de oyuncu olmak için can atan ve de mecbur olan ülke Suudi Arabistan’dır. İstihbarat şefliğini yakın geçmişe kadar yapmış kişinin bir dönemler G.W.Bush’a “hey George” şeklinde hitap edebileceği, kol kola takılıp gezebildiği bu ülke bu. Amerika’da 700 milyar dolar sermayesi ve arkasında da on milyonlara varan üniformasız bir İslam ordusu olan ülkedir.

Öyle bir ülke ki paranın verdiği sarhoşlukla istediğini, caiz bildiği yöntemlerle onu yaratana karşı kullanabilecek haleti ruhiye ye sahiptir. Bu ruh ‘geleneksel düşman’ diye alınan Türkiye’nin “kabadayı” liderinin peşine takılabilecek kadar da kendinden geçmişti. Trump ilk seyahatini bu ülkeye yaptı. Hem de diplomasi tarihinde eşine ender rastlanılır ritüeller ve oyuncusuna onun arzu ettiği oyunu oynatarak. “Zaferler” kazanmasında Amerika’nın mali oligarşisinin 4 yıl önce petrol fiyatlarını prognostik uzmanlarının bile tahmin edemedikleri alt sınıra çekmiş bu gücün görülmemesi mümkün olmayan izleri var. 

Suudi Arabistan’ın kapısını tanımadığı, alışmadığı tasarruf farziyeti zilleri çalıyor. On yıllardır otomobil teknolojisinin hayalleri aşan fantezilerini de aşan altın kaplamalı Royce-Royce, Mercedes, Lincol araçlarını yaşamının ayrılmaz bir parçası görene “dur artık Volkswagen’e bineceksin” dercesine.  

Trump işte o ülkeye hediye ile gelmişti. 370 milyar dolarlık silah sözleşmesi hediyesi ile. Hem de daha bir yılı bile dolmayan “ekonominizi batırırım” tehdidini savuranlara bu hediyenin bedelini ödeterek. Sevinerek, kılıç dansları eşliğinde kendinden geçercesine, extaz bir ruh haliyle imzalıyorlardı sözleşmeyi. Tehdit aracı olarak kullanılan para miktarının yani 700 milyarın yarısından fazlası bir anda yok olmuştu!

Ve yine Trump tüm takımıyla radikal Suni İslam’ın anayurdunda onların para babalarıyla kılıç dansını şevkle izlerken dünyanın dört bir tarafına serpilmiş tetikte bekleyen militanlarına “bakın babalarınız sizi sattı ve hem de edepsizce sattı, benim saçı, başı açık ne kızım ne de karım onların umurunda” edasıyla dans ediyor ve etrafında topladığı Suni dünyasına, “Suniliğin başkenti burasıdır, İstanbul, Ankara filan değil” dercesine! 

Trump, Yahudi camiasının da desteğiyle donatılarak Suudi Arabistan’ı Şiiliğin öncüsü İran’a karşı savaşması için elinden tutarak arenanın kapısından girinceye kadar eşlik ettirtecekti.

Ya Putin de arenadaki Şiiliğin öncüsü savaşçıyı el altından piyasa fiyatının üstünden kara borsadan satılan silahların dışında kendi silahlarıyla donatırsa? Yakın geçmişte 8 yıl süren İran-İrak savaşını anımsatır gibi; “Aman hep biz mi kazanacağız. Bırakın biraz da Vladimir kazansın!” Öyle değil mi?

Trump, Amerika’nın 17 yıldır korkulu rüyası haline gelen Sünni radikalizmini  oyuncuya dönüştüren “şeytanla” hesaplaşmak üzere onu sahaya sürdükten sonra gittiği İsrail’de Suudi Arabistan’ı kast ederek “Oralarda o kadar sevgi var ki” alaycı cümlesiyle ismini günah çıkarma duvarında tarihe de yazdırıyordu.

Akabinde de Vatikan’a uğrayıp günah çıkardıktan sonra “Transatlantik Medeniyetin” alnı açık, başı dik ve tartışılmaz lideri olarak NATO ve G7 toplantılarına katılıp görev dağıtacaktı.

Trump ve takım arkadaşlarının günü birliğine “Transatlantik Medeniyetin” bir başkentinde kanla-ateşle varlığını ev sahiplerine acılarla his ettiren terörü, teröre babalık yapan ülkeleri bir müddet sahneye konulan oyunla uzaklaştıracak, pasifize edebilecekler, ama sadece bir süreliğine.

Trump’ın takım oyuncularının temsil ettikleri medeniyetin doruğuna vardığını ve doruğuna varan her medeniyet / imparatorluk gibi erezyon safhasına geçtiğini, bu erozyonu daha önce kökeni farklı sorunların çözümünde uyguladıkları yöntem ve metotlarla çözmenin, durdurmanın mümkün olmadığını, hem temsil ettikleri medeniyetin geleceği ve hem de diğer medeniyetler için sorumluluk taşıdıklarını, sorunun çok daha derin ve vahim olduğunu anlamalarını ve çözüm üretmelerini beklemek cüretkarlık gibi gözüküyor. 

Bu oyunun Kürdistan üstündeki partiküler yansımalarını da kısa hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz; KBY’nin devletleşmesinin önündeki iki engel, Türkiye ve İran’ın tepkileri farklı yöntemlerle ortadan kalkmış olacak. Süleymaniye’den yükselen sesler daha az rahatsız edici, daha “akli selim” olacak. Erbil’den çoğu kez Mesud Barzani’ye rağmen gelen bazı sesler de öyle.

Referandumdan sonra bağımsızlık yolundaki Erbil idaresine Bağdad’ın arkasındaki gücün yıpratılmasıyla fazla direnemeyecek, direndiği zaman edebini bilmesi sağlanacak. Aynı olgu Rojava ve Şam için de için de geçerli.

Daha düne kadar Suudi sermayesini arkasına alıp Suudi Kralını pohpohlayıp Amerika’ya “senin eknomini batırırım” tehdidini savuranların arkasında artık o sermayenin olmadığı şimdiden hissettirmişe benziyor, bu hiss edebilme duygusu tabiat kanunlarının ölçtüğü düzeyde ise.

Bakur’un ise bir daha “Türkiyelileşme ve çözüm süreçlerine” kendini kaptırmaması için bir dönem daha ağır acılar çekeceğe benziyor.

Rojhilat için güneş belki ümit edilenden daha erken doğabilir. Gerek İran’daki Kürd muhalefetine ve gerekse Erbil idaresine Suni dünyasının Trump’ça başına oturtulanın desteği “ümit” edilen bir beklentiden bir adım ötesine geçebilir.