1974’te dünya genelinde, en fazla Kürt öğrenci barındıran ülke olan Sovyetler Birliğinden sonra, Avrupa ülkeleri arasında en fazla Kürt öğrenci barındıran ülke Çekoslovakya idi, barındırdığı öğrenci sayısı ise, 100’ün üzerindeydi.
Çekoslavakya’da Kürt öğrencilerin fazla olmasının ana sebebi ise, 11.03.1970 tarihinde, Irak ülke yönetiminde (de facto) olarak söz sahibi olan Saddam Hüseyin ile Irak Kürtleri sözcüsü Mustafa Barzani arasında imzalanan Otonomi sözleşmesinin etkisi oldukça büyüktü, çünkü bu sözleşmeyle Mustafa Barzani, Saddam Hüseyin’den Dünya’da 5 Irak Büyükelçisinin, Kürt yani PDK’dan olmasını talep etmiş ve bu talebi kabul edilmişti, Barzani bu kapsamda en yakın dostlarından Muhsin Dızeyi’yi Prag’a yani Çekoslovakya’nın başkentine, Irak Büyükelçisi olarak göndermeyi başarmış ve en önemli ana görevleri arasında ise Çekoslovakya’daki eğitim fırsatlarından Kürt öğrencilerinin de yararlanabilmesi için uygun ortamlar oluşturması gerektiğini tembihlemişti, çünkü, Mustafa Barzani 1958 yılında, 12 yıllık mecburi sürgünden sonra, Sovyetler Birliğinden Irak’a, doğrudan değil, Prag üzerinden dönüş yapmıştı, bir müddet Prag’da kalmış, Prag’ın eğitim olanaklarını tanımış ve Kürdistan’ın geleceğinin de eğitim ediniminden geçtiğini görmüştü ve Irağa döndükten sonra Kürt öğrencilerinin Prag’a eğitim için gitmelerini teşvik etmişti, Çekoslovakya’ ya eğitim için gönderilenler arasında ayrımsızca, Kürdistan’ın 4 parçasından, Kürt öğrencilerine, Çekoslovakya eğitim kurumlarının kapılarını aralatmıştı.
Muhsîn Dizeyî‘de 1970’ten 1974 yılına kadar Irak’ın Çekoslovakya Büyükelçisi olarak görev yapmış, Kürt öğrenciler için Çekoslovakya’da olanaklar oluşturmaya gayret göstermişti, bu zaman diliminde, Çekoslovakya da eğitim gören, Kürt öğrencileri olarak bizler, ilk defa yaşamımızda devlet desteğinin ne demek olduğunu hissetmiştik, her ne kadar bu devlet desteği bizim geldiğimiz devletin desteği olmasa da, arkamızdaki yegane güç bizi her problemden şefkatle koruyup kollayan Muhsin amcamızın varlığı, bizi boynu bükük olmaktan koruyan en büyük dayanak idi! Birde, Avrupa Kürt Öğrenci birliğinin başkanı keke Tarık Akrevi ! Avrupa’nın neresinde olursa olsun, her öğrencinin sorunlarına bizzat koşan keke Tarık, bu lüksümüz 1974 yılına kadar devam etti, Ben Çekoslovakya’ ya 1971 yılının 10. ayında gelmiştim, 1974 yılının Mart ayına kadar, yaşamımda ilk ve son kez, Kürt biri olarak, arkamda bir devlet varlığının lüksünü hissetmiştim.
Mart 1974’te, Saddam Hüseyin, Mustafa Barzani ile otonomi anlaşmasını uzatmayınca, yeniden Kürtler ile merkezi Baas hükümeti arasında savaş başladı ve Muhsin amcamız kayboldu çünkü kaybolmak zorundaydı, zira Saddam Hüseyin, Çekoslovakya hükümetinden Muhsin amcamızın tutuklanmasını ve Irak’a iadesini talep etmişti! Çekoslovakya Devleti bir büyükelçi’yi, yani koruyucu şefkat meleğimizi, biricik Muhsin amcamızı tutuklayıp Irak’a, Saddam’a teslim edecekti!
Koruyucu meleğimiz Muhsin amcanın gidişi ve savaşın başlamasıyla beraber, bizler yine kolu kanadı kırılmış, takipteki öğrenciler oluvermiştik. Bu defa vekaleten takip eden Çekoslovakya idi, ben o dönemde kendimi tüm gücümle eğitimime vermiştim, okuduğum Çarls Üniversitesi yeteri kadar zordu, kalan zamanımda da Çeklerin en ünlü yazarlarından olan Karel Çapek’in tiyatrolarını Kürt diline tercüme etmekle meşguldüm, Çarls’ın Tıp okuyan ilk ve son Kürt öğrencisiydim, benden önce deneyenler ise bir süre sonra ya bırakmıştı ya da başarısız oldukları için okuldan uzaklaştırılmışlardı.
Tüm günüm üniversite ile milli kütüphane ve yurt arasında geçiyordu, bazen hafta sonlarında oda arkadaşım Pavel’in mensubu olduğu mezhebin bir kilisesini, beraber ziyaret edip, diapozitivler eşliğinde, Tevrat’taki kutsal toprak üzerine seminer veriyordum, o seminerler sayesinde, bugün dünyanın dört bir köşesine yayılmış, o mezhebin mensubu olan ünlü bilim adamları Kürdistan’ı tanıyor, o mezhebin çoğunluğu Yahudi kökenliydi, Hitler’in katliamından kurtulmak için Yahudiliğe en yakın Hıristiyan mezhebine geçmişlerdi ve benim biricik dostlarım onlardı.
Günlerim böyle yoğun çalışmalarla devam ederken, Kürt öğrencilerden biri telaş içinde kaldığım yurda gelip, her hafta Iraklı bir Kürt öğrencinin tutuklanıp, uçakla Bağdat’a gönderildiğini ve Bağdat’a varır varmaz, meydanda idam edildiğinin acı haberin verdi.
Hemen seri bir şekilde bizim Kürt öğrencilerinin yoğunlukta oldukları yurtlardan birisine, akabinde de diğerlerine gittim, Kürt öğrenciler toplam 4 yurtta kalıyorlardı, hepsi de duyduklarımın doğruluğunu onayladılar, gerçekten de Irak kökenli Kürt arkadaşlarımız, birer ikişer tutuklanıp, her hafta Perşembe günü, Londra’dan, Prag’a, Prag’dan da, uçakla Bağdat’a gönderiliyorlardı.
Hepimiz haklı olarak tedirgin bir ruh hali içindeydik, İki gün boyunca yurtları dolaşıp, ne yapabileceğimizi, nasıl bir yol izlememiz gerektiği konusunda uzun uzadıya tartışarak konuştuk, lakin zaman, hayalini kurduğumuz ülkemizin geleceği olan arkadaşlarımızın aleyhine işliyordu, akşam üstü saatlerinde kaldığım öğrenci yurduna dönerken, Slavikova Caddesi üzerinde, iki tane sivil giyimli kişi beni durdurdu, ceplerinden kimliğe benzer bir şey çıkarıp gösterdiler, ikisi de istihbarat’dan olduklarını iddia ediyorlardı ve bana ” diğer Iraklı Kürt öğrencilere bulaşmamamı, onlardan uzak durmamı, benim düşman NATO ülkesi Türkiye’den geldiğim için korkacağım bir şey olmadığını, değil üniversiteyi, istersem ihtisasımı da Çekoslovakya da yapabileceğimi ” söylediler, bu ve benzeri sözlerle bir taraftan korku vermek isterken, diğer taraftan da benim güvenimi kazanmaya çalışıyorlardı, İşte bunu bana yapmayacaklardı! Hemen, aynı geceden başlayarak kendi yurdumda kalmamaya ve tehlikede olan Iraklı, Suriyeli Kürt arkadaşlarımın yurtlarında, onlarla beraber kalmaya karar verdim ve onların yanına gittim, fakat bütün yurtların giriş çıkışları kontrol altındaydı, kimlik olmadan başka bir yurdu giriş yapılamıyordu, bir yurda gidildiğinde kimliğinizi veriyordunuz, Resepsiyondaki istihbarat için çalışan yaşlı kadınlar bir deftere sizi kayıt ediyordu, ziyaret için gittiğiniz şahsın yanında en fazla saat 22:00 ye kadar kalınabiliyordu, tüm yaşamımız boyunca hep izlenen, takiptekiler olduğumuz için, bütün Kürt öğrenciler gibi, bu tür engelleri aşmada ustalaşmıştım.
O günlerde yani Şubat 1975’de, Çek asıllı bir hanım efendi ile evli olan Kürt kökenli, Iraklı arkadaşımız Fadıl’ın tutuklandığı haberini duyduk, Fadıl sevgili eşi ile beraber, Prag 8’de küçük bir evde kalıyorlardı, tutuklandığı haberini veren eşiydi ve bizim canımıza tak etmişti artık! Hemen, ben ve Haci Ahmedi inisiyatifi alıp bir komite kurduk, Komite olarak önce Dış İşleri Bakanlığı’na, akabinde de komünist partisi merkez komitesine gittik, gittiğimiz her yerden, anlattıklarımızı dinledikten sonra, tabi ki kovulduk, Hac Ahmedi İranlıydı, yani onunda benim gibi İran’a teslim edilmesi söz konusu değildi, Biz hepimiz Kürt’tük ve biz teslim edilmeyeceğiz diye de diğer kardeşlerimizin ölüme gönderilmelerine seyirci kalamazdık! Başvurduğumuz her resmi kurumdan kovulduktan sonra, durumumuzun artık çok vahim bir durum olduğunu anlamıştık ama komünist bir ülkede ne yapabilirdik ki? Yabancı olduğumuz için de ülkeyi terk etmemiz bile devletin iznine bağlıydı, ‘’demir perde ülkesi’’ daha ne denilebilinirdi ki?
Nihayetinde Haci ile beraber yabancı bir ülkenin Prag’da ki büyükelçiliğine baskın yaparak, Fadıl’ı ve onu takip edecek diğer Kürt kökenli Irak’lı arkadaşları ölümden kurtarabilmek için denenebilecek son çare olduğu konusunda karara vardık.
Bu arada Slovakya’daki arkadaşlarımızın da hemen Prag’a gelmeleri gerektiği haberini yolladık, hiç sormayın nasıl haber yolladınız diye, telefonun olmadığı bir dönemde iletişim kurmak, telgrafla, hem de şifreli olarak, Slovakya’daki arkadaşlarımız şifreli telgrafı aldıktan hemen sonra, ikinci günde geldiler, yani Salı günü, Fadıl’ı kurtarabilmek için sadece 2 günümüz kalmıştı, daha öncede belirtmiş olduğum gibi Londra’dan Prag üzeri, Bağdat’a giden uçak, hafta da bir kez perşembe günleri uçuyordu.
Acilen gizli yerlerde toplanıp karar aldık, İsveç Büyükelçiliğini basacaktık! İsveç’i seçmemizin sebebi ise, tarafsız bir ülke idi, tarafsız ülke olduğu için de bizleri emperyalizm ajanlığı ile suçlayarak ajan etiketi yapıştıramayacakları için idi!
İsveç Büyük Elçiliği, Prag’da en çok denetimin olduğu bir yerdeydi, Cumhurbaşkanlığı Sarayına 400, Dış işleri Bakanlığına 200 metre yakınlıkta idi! …
Aslında İsviçre’de tarafsız bir ülkeydi ve Büyükelçiliğinin yeri de çok müsaitti ama biz İsveç’e karar verdik, çünkü içinde bulunduğumuz acının sesini daha net duyabilecekleri en yakın yer, İsveç Büyükelçiliği idi, dikkat çekmemek için binaya birer ikişer kişi olarak, belli bir zaman aralıklarıyla girdik.
Ben ve Haci Büyükelçiliğe ilk girenlerden olduk, Ana kapıdan sonra kısa bir koridor, dikdörtgen ve büyük bir salona açılıyordu, salonda 4 tane masa ve o masaların etrafında da koltuklar, girişin tam karşısında da bir resepsiyon vardı, resepsiyonda da Çekoslovakya istihbaratına çalıştığı vücut dilinden anlaşılan orta yaşlarda bir Çek bayan, ona yaklaştım, İsveç’e gitmek istediğimi ve bana vize ile ilgili olarak doldurmam gereken müracaat belgelerini vermesini istedim, Irkçı ve şüpheli bakışlarla isteksiz de olsa belgeleri verdi, elinden gelse, herhalde beni alır, kendi elleriyle işkenceye tabi tutardı, ben verdiği evrakları dolduruyormuş gibi yaparken karşı masada Haci’de aynı şeyi yapıyordu, Haci çok akılıca davranıp, formu aldığı kadına, bazı bölümleri anlayamadığını söyleyerek sorular soruyor, espri bile yapıyordu, bu arada diğer arkadaşlarda aynı şekilde salona girmeye devam ediyorlardı! Biz çoğaldıkça kadının tedirgin olduğunu, sert ve kendinden emin, istihbaratçı jestlerinden hissediyorduk, nihayetinde hepimiz egzotik görünümlü Orta Doğuluyduk, herhalde o Büyükelçilik binası kurulduğu günden o ana kadar, o salona, o kadar çok Orta Doğulu girmemişti, ‘’Demir perde ülkesi’’ olduğu için Avrupa dışından gelen insan sayısı komünist Çekoslovakya da sınırlıydı!
Sayımız 20 civarına varınca, o bayan telaş içinde yüksek sesle “Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?” diyerek, bağırıp çağırmaya başladı, Bizlerde öğrenci kartlarımızı çıkararak hepimizin Çekoslovakya’nın burslu öğrencileri olduğumuzu gösterdik ise de kadın bağırmaya devam etti, Sabrı taşmış olacak ki, bağırarak hemen Büyükelçiliği terk etmemizi söyledi, bizde terk etmeyeceğimizi ve buraya vize müracaatı için geldiğimizi söyledik, İletişim her geçen dakika sertleşmeye başladı, bizim amacımız biraz daha zaman kazanıp, dışarıdaki arkadaşlarımızın da içeriye girmesini sağlamaktı, ama kadın birden patladı, “çıkmazsanız hemen polis çağıracağım” diyerek telefona sarılınca, hemen iki arkadaşımız salondaki masaları giriş kapısının arkasına taşıyıp, o kırılması çok zor olan, en az 8-10 cm kalınlığındaki giriş kapısının dışarıdan zorlamayla bile açılmamasını sağladılar! Koridor en fazla 1,5 metre genişliğinde olduğu için, gerçekten o masalar içeriden kapıyı sıkıştırmış, dışarıdan açılmayacak şekilde kapamıştı.
Kadın, inanılmaz bir hırçınlık ve saldırganlıkla bir taraftan bize bağırıyor, diğer taraftan polisle konuşuyordu! Tartışma alevlenince, resepsiyonun arkasındaki cam kapı açıldı ve içeriye İsveçli olduğu belli olan, iri yarı bir adam girdi, “Ne oluyor?” diye sorduğunda, “hepimiz ellerimizde tutuğumuz uluslar arası öğrenci kartlarımızı gösterirken, (arkadaşımız Haci Almanca cevap verdi) hepimizin öğrenci olduğunu, dışarısının bizler için tehlikeli olduğunu, burada açlık grevi yapacağımızı ve sekreter bayanın polise telefon edip, polis çağırdığını söyleyince, adam hemen, Çek muhbir sekretere orayı terk etmesini söyledi ve akabinde “Sakin olmamızı, konuyu hemen Büyük elçi ile konuşacağını” söyleyerek o da gitti…
Salonda biz yalnız kaldık, bu arada tuvalete çıkan arkadaşlarımızdan biri panikle geri döndü ve bize tuvalet camından, Büyük elçilik binasının etrafını zırhlı araçların çevirmekte olduğunu gördüğünü söyledi, ben ve diğer arkadaşlarım tuvalete koşarcasına çıkarak pencereden baktık “evet” o muhbir sekreter kadın sayesinde, gerçekten de abluka altına alınmıştık fakat bize kısmen de olsa güven veren bir durum ise hem tuvalet, hem de zemin kattaki tüm pencereler çok kalın işlemeli demirlerle kaplıydı, bugün de o kalın demirler hala oradalar, muhtemelen dışarıdan gelebilecek türlü risklere karşı korunaklı inşa edilmişti.
10-15 dakika sonra, yine o iri yarı İsveçli genç salona girdi, aramızdan 2-3 kişinin sözcü seçilmesini istedi, sözcüler zaten belliydi, Haci Ahmedi Almanca bildiğinden, ben Fransızca bildiğimden ve Iraklı bir arkadaşımızda İngilizce bildiğinden otomatik olarak üçümüz sözcüydük, bize kendisini takip etmemizi söyledi, onun arkasından bir kat yukarıya çıktık, orada görkemli bir odada, bir bey ve bir hanım efendi bizi bekliyordu, Büyük elçi ve müsteşarı! Tüm hikâyemizi olduğu gibi kendilerine anlattıktan sonra Büyük elçilikten ancak ölümüzün çıkabileceğini ciddiyetle söyledik! Sakince bizi dinlediler, akabinde kendilerine yarım saat süre vermemizi ve durumu Stockholm’deki Dış işleri Bakanlığıyla görüşmeleri gerektiğini belirtip kendi başlarına karar verme yetkilerinin olmadığını söylediler, kabul ettik ve ayrıca cevap olarak dışarıdaki polislerin binaya ve dolayısıyla, bize saldırmamaları gerektiği şartını koyduk, aksi halde binayla birlikte kendimizi de yakacağımızı ama kimseye de zarar vermek istemediğimizi vurguladıktan sonra Saddam’ın eliyle meydanlarda idam edilerek halkımızın üzerine korku salınmasına sebep olmaktansa, burada kendimizi kendi ellerimizle öldürmenin daha onurlu bir davranış olacağının altını çize çize vurguladık!
Yeniden salona arkadaşlarımızın yanına döndük, herkes yukarıda ne konuştuğumuzun merakı içinde bekliyordu, konuştuklarımızı arkadaşlarımıza anlattıktan sonra herkes hem rahatladı, hem de kararımıza katıldıklarını söz, el, kol, baş hareketleriyle tek bir duygu halinde teyit ettiler.
Bir arkadaşımız sürekli nöbetteydi, tuvaletteki pencereden dışarıdaki güvenlik güçlerini izliyordu, hepimiz de, mükemmel disiplinli bir içgüdüyle tek parça halinde organize hareket halindeydik, şöyle ki birbirimizin hareketlerini en ince detayına kadar hissederek yaşıyorduk!
Kısa bir müddet sonra, yine o iri yarı İsveçli genç görevli, bir diğer görevliyle geldiler, ellerinde iki tane telefon vardı, uzun kabloları resepsiyonun arkasındaki prizlere bağlayıp salondaki 4 masadan 2 sinin üstüne bıraktılar, ne yaptıklarını dikkatle izliyorduk, klasik, koskocaman telefonları prizlere taktıktan sonra, Haci ve bana dönerek “bu iki telefon sizin hizmetinizde, istediğiniz yere telefon edebilirsiniz, birazdan sizi dünyadan gazeteciler aramaya başlayacak, gazetecilerle istediğiniz şekilde konuşabilirsiniz.” dediklerinde, savaşı kazandığımızı varlığımızın tüm hücrelerinde ürpererek hissetmiştik…
Zaman az olduğundan, bir iki dakika içinde telefonları sadece Batı Avrupa’da yaşayan arkadaşlarımızı haberdar etmek için kullanacak, ailelerimizle iletişime geçmeyecektik!
İlk telefonlarımız İsveç’te yaşayan bir kaç Kürt öğrencisini durumumuzdan haberdar etmek oldu, ben yanıma telefon rehberimi tedbir için almamıştım, Suriye ve Irak kökenli iki kardeşimiz ise almıştı, bir telefonu dışarıya telefon etmek için, diğerini de dışarıdan gelecek telefonlar için kullanacaktık, telefon hatlarını fuzuli şeylerle meşgul etmemek için her şeyi, çok ama çok özetleyerek konuşacaktık, hangi telefonu hangi amaçla kullanacağımızı da Büyük elçilik görevlisine söyledik, İsabetli kararımızdan memnun oldular, o’da artık bizim yanımızda, bizimle savaşın içindeydi, başlangıçtaki mesafeli davranışı buhar olmuştu.
İlk telefon Münih’ten yayın yapan, Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki en güçlü silahı olan yayın organı Özgür Avrupa Radyosu’ndan geldi, (birçok dilde yayın yapıyordu) defalarca Sovyetler Birliği ajanlarınca bombalanmak istenilmişti, telefon eden gazeteci tabi ki Çekti ve Çekçe konuşuyordu! Sorduğu tüm sorulara yanıt verdikten sonra, sesimizin artık Moğolistan’dan St.Petersburg’a kadar yayıldığına ve böylelikle Sovyetler Birliğindeki Kürtlere ulaştığından emin olduk, onlar Sovyet rejimine baskı yapabilecek en gizli ümitlerimizdendi!
Komünizm tarihinde ilk kez, evet, ilk kez komünist bir Başkentte yabancı bir ülkenin büyük elçiliği, komünizmin siyasetine karşı basılmış ve açlık grevine gidilmişti. Elçiliği basanlar ise dünyanın en asil en mazlum halkı olan Kürtlerin yüksek eğitim gören öğrencileri olarak bizler olmuştuk, üstelik Prag gibi bir kültür kentinde.
Telefon durmak bilmiyordu! Amerika’nın sesinden tutun BBC’ye kadar, herkese amacımızın ölüme gönderilmek üzere tutuklanan arkadaşımızın serbest bırakılması olduğunu, insan haklarına saygı gösterilmesini ve Kürt halkının yaşadığı 4 ayrı parçada da maruz bırakıldığı insanlık dışı ayrımcı-baskının altını çizerek vurguluyorduk!
Haci Ahmedi, benden 4-5 yaş daha büyüktü, bu yaş farkı sosyal konulardaki inanılmaz performansı ile kendini gösteriyordu!
Bu arada İsveç’teki Kürt arkadaşlarımız dünyanın 4 bir köşesindeki Kürtlere ulaşmış, seferber etmiş ve bize tahsis edilen telefonun numarasını her yere iletmişlerdi, benim şahsi ümidim Kendal idi ama o da hiç aramdı, nihayetinde T.C’nin kursiyeri, kanımca kendisini ve eğitimini riske atmamayı tercih etmişti ve unutulmamalı ki, hem o yıllarda, hem de devamında ki yıllarda, tüm Avrupa ülkeleri arasında, Irak ile en yüksek ticaret, Fransa ile yapılıyordu..! Araplar nükleerin ne olduğunu bile bilmezken, Fransa Bağdat yakınında Nükleer santral inşa ediyordu! Daha sonra Dr.Qasemlo’nun, insanüstü gayretini-çabasını öğrendik! Çekoslovakya komünist yönetimi bu olayı onun organize ettiğini zannetmiş, onu abluka altına almış olmasına rağmen, yan evlerde yaşayan onun gibi dünyaca tanınan Çek bilim adamı-muhalifleri sayesinde, sesimizin dünyaya yayılmasında büyük destek olmuşlardı.
Sesimiz soğuk savaşın iki taraftan birinin işine gelmiş ve Kürd’ün adını bile bilmeyene direnişimizin haberi ulaştırılmıştı! “Kürt üniversite öğrencilerinin Saddam’a teslim edilip Bağdat’ın meydanında asıldıkları!” Dünya medyasının gündemine bomba gibi düşmüştü.
Tuvalette nöbet tutanlarımız, her an salondakilere dışarıdaki zırhlı araç ve özel komandolar hakkında bilgi aktarıyordu, dışarısının sakinleşmesi bizde şüphe uyandırtmıştı, acaba saldırı öncesi bir sükûnet miydi? emin olamıyorduk. Saldırıya karşı koymaya ruhen her an hazırdık, hem kendimizi hem de binayı yakacaktık, başka direnecek yolumuz da imkânımız da yoktu! 2-3 Suriyeli arkadaşımız, alkoliklerin ceplerinde taşıdıkları alkol şişesine benzin doldurup beraberlerinde içeriye sokabilmişlerdi, tüm bunlar koordineli değildi, herkes doğuşundan gelen bir içgüdü ile baskıya karşı koyma içgüdüsü tarafından eğitilmişti, iç sese kulak vererek hareket ediyorduk, koordinemizin ana omurgası işte o içgüdüydü.
Beraber Büyükelçiliği basma kararı aldığımız toplantılara katılan bazı arkadaşlarımız, büyük elçiliğe gelmemişlerdi, olay bittikten sonra yine yurt odalarında yaptığımız toplantılara onlarda tekrar gelip katılmışlardı, Büyük elçiliğe gelememelerinin sebebi olarak, yolda polisçe çevrildiklerini, ellerinden nasıl kaçarak kurtulduklarını, biri değeri de polise, “ben çingeneyim” diyerek kurtulduğunu dramatik bir şekilde anlatmışlardı. 1990, kadife devriminden sonra yayınlanan komünist istihbarat arşivlerinde bu kişilerin komünist istihbaratının ajanları olduğunu gördüğümde şaşkınlıkla üzüntü yaşamıştım, bize anlattıkları o hikâyeleri anlatırken nasıl inandırıcı rollere girdiklerine şahit olmuştum… Onlar hala Çek Cumhuriyetinde yaşıyorlar ve öyle görünüyor ki, daha sonra kurulan yeni istihbarata, yani “demokratik ülke istihbaratına” üstün hizmet vermeye devam ediyorlar, dinlenen telefonlarımı Kürtçe’den Çekçe’ye tercüme ederek, konuştuğum kişilerin kimler olduklarını araştırıp şeflerine sunarak…
Gece yarısına doğru Büyük elçi aşağıya inerek yanımıza geldi, Haci, ben ve Iraklı arkadaşı, bir köşeye alarak Fadıl’ın serbest bırakıldığı müjdesini verdi! İnanmadık, inanılması zor bir haberdi! Bizi ikna edebilmek için yarım saat sonra Fadıl’ın bizi arayacağını söyledi, salondaki herkes bu beklenilmeyen, ya da erken gelen başarıya şüphe ile baktık-yaklaştık, yarım saat sonra gerçekten Fadıl aradı bizi ve eve götürüldüğünü, Irak’a gönderilmeyeceğini, kendisine defalarca söylediklerini anlattı.
Gel de inan! Gerçekten de evinde olduğundan emin olabilmek için, telefonu kapatmasını istedik, o da kapattı, biz hemen ev telefonunu aradık, gerçektende Fadıl çıktı telefona, fakat onunla da ikna olmadık, eşini bizimle konuşması için telefona vermesini istedik, bizim endişemizi, kaygımızı anlayışla, sevinçle, bizimle onur duyarak karşıladı ve Eşine verdi telefonu, eşi de Fadıl’ın gerçektende evde olduğunu söyledi ve Fadıl’dan daha şüpheci davranarak; “evet şuanda Fadıl evde ama ya yarın yeniden alıp götürürlerse”, diye ekleme yaptı konuşmasına, bizimde bir ümit seline kapılmamamız gerektiğini söylemiş oldu!
Biz de aynı şekilde, kaygımızı Büyük elçiyle paylaştık ve garanti verilmedikçe Büyük elçiliği terk etmeyeceğimizi vurguladık, kendisi çok ergin bir anlayışla karşıladı.
Bu arada sürekli bir telefon trafiği içindeydik, telefon eden gazeteciler artık Arapça bilen tercüman kullanıyorlardı, her telefon çaldığında birisi yanıt veriyordu, ne söyleyeceğimizi de konuşmamıştık ama hepimiz de ne diyeceğimiz çok iyi biliyorduk zaten, bir ömür boyu baskı altında yaşamış insanlardık nihayetinde, hepimizde dünyadaki diğer yaşıtımız olan öğrencilerle mukayese edildiğimizde üstün bir siyasi bilinç kazandırmıştı bize yaşadıklarımız.
Aramızda ne bir lider, nede bir önder vardı, gerekte yoktu, o kadar mükemmel organize olmuştuk ki bu ölüm kalım savaşında, varlığımızda taşıdığımız değerler bizi mükemmel, sözsüz-lafsız bir koordinasyonun, birer yorulmak, yılmak bilmeyen sesiz savaşçıları, çalışanları yapmıştı.
Sabaha doğru büyük elçi elinde bir kâğıt ile yanımıza geldi, kâğıdı Çekoslovakya Dış İşleri Bakanı imzalamıştı, kâğıtta ‘’büyük elçiliği terk etmemiz halinde hiç birimize dokunulmayacağını, herkesin eğitimini bitirinceye kadar Çekoslovakya’da kalabileceğini, eğitimini bitirenlerinde istedikleri Avrupa ülkesine gidebilecekleri sözü yazılıydı’’ Büyük elçi bu yazılı vaadi, dünya medyasıyla paylaştığını ve tüm dünyanın bu yazılı vaatten haberdar olduğunu söyledi ve böyle yazılı, imzalı bir vaatten sonra da artık bize dokunulacağını zannetmediğini de söyledikten sonra, yinede son kararı verecek olanın bizler olduğunu belirterek kararda özgür olacağımızın da altını çizidi, bizde kendisine karar vermek için bize vakit tanınmasını istedik, o da bizi anlayışla karşılayarak, vereceğimiz nihai kararı görevlilerle beraber “kendisine haber göndermemizi ” söyleyerek yanımızdan ayrıldı.
Sorun büyükelçi gittikten sonra başladı, o ana kadar hepimiz tek vücut idik ve böyle bir teklife hazırlıklı değildik, bazılarımız komünist Çekoslovakya’ya inanmamamızı, İsveç’ten iltica talep etmemiz gerektiğini söylüyordu, sadece kendimiz için değil, Büyük elçiliğe girmeyi başaramayan dışarıdaki arkadaşlarımızı da kapsayan bir talepti bu.
Ben ve Haci, yabancı ülkelerin bizleri bir silah gibi kullanmasına izin vermememiz gerektiğini, bu yüzden de çıkıp öğrenimimize devam etmemiz gerektiğini öneriyorduk, nihayetinde, Avrupa Kürt öğrenciler birliğinde adet olduğu üzere hepimizin bildiği kurum olan ’’oylamaya’’ başvurduk, yapılan oylamada, ben ve Haci’nin önerisi az bir çoğunluk ile kabul edildi ve şartlarımızı yazılı olarak kabul ettirdikten ve tüm dünya medyasını bu durumdan haberdar ettikten sonra, Büyük elçiliği terk etme kararı verilmiş oldu.
Büyükelçiyi çağırdık ve kararımızı ilettik, Büyük Elçi bir kez daha verdiğimiz bu kararda özgür olduğumuzu, Büyük elçilikte istenmeyen kişiler olduğumuz duygusuna kapılmamızı ve Büyük elçiliği terk etsek bile büyük elçilik kapılarının bize her zaman açık olduğunu, bu olayın devlet olarak takipçisi olacaklarını tekrar dille getirdi.
Fakat artık biz alıştığımız demokratik şekilde kararımızı vermiştik, Büyük elçiye her birimiz sırayla teşekkür ettik, istemeyerek onları zor duruma soktuğumuz için nezaketen özür diledik ve kaldığımız salonu temizlemek istedik, Büyük elçi engel oldu ve karşı tarafın bizim Büyük elçiliği grup olarak değil, geldiğimiz gibi birer ikişer kişi olarak terk etmemizi istediğini söyleyince makul karşıladık, tuvalet penceresinden binanın etrafına bakınca gerçektende zırhlı araçların gitmiş olduğunu onların yerine ise ellerinde mikrofonlarla-kameralarla bekleyen gazetecilerin olduğunu görünce daha da rahatladık, birer ikişer kişi olarak Büyük elçilik binasını terk etmeye başladık, tabi ki giriş kapısının arkasına engel olarak bıraktığımız masayı da eski yerine götürmeyi ihmal etmedik.
Soğuk bir kış sabahıydı, tramvaylar, otobüsler daha çalışmaya başlamamıştı, hepimizin gideceği, sığabileceği bir adreste yoktu, Memo, Çarlı Bratislava’dan gelmişti, o ve onun gibi bir kaç öğrenci daha Kayetanka yurduna gittiler, oraya kaçak olarak girmek daha kolaydı.
Bende o buz gibi soğuk havada, kafamda deli sorularla, Prag 1 den Prag 3’te olan yurduma yürümeye başladım, olayı tüm dünya ve tabi ki arkadaşlarımda duymuştu, şimdi yurda vardığımda acaba girişte izleyici-jandarma görevi yapan istihbaratçı kadın, beni gördüğünde tepkisi ne olacaktı, isimlerimiz özgür Avrupa radyosunda yayınlanmıştı, diğer medya kuruluşları da yayınlamıştır diye düşünüyordum ve tamda düşündüğüm gibi çıkmıştı, Acaba oda arkadaşlarım benden korkup ilişkilerini keserler mi? Keserlerse kim benimle aynı odada kalmak ister? İsterler mi? Üniversitede hocaların, asistanların bana karşı tutumları ne olacak? Onlar için Çekoslovakya’ya ihanet eden insan mıydım? oysa o sıfatla nasıl onların arasında yaşayabilecektim…? Sonu gelmeyen sorularla 8 km yolu kat ederek nihayet yurda vardım.
Yurda gireyim mi, girmeyeyim mi diye? tedirgin bir ruh halin içindeydim…
Kendime sorular sorup, kendimce cevaplar veriyordum… -biz katil miyiz? Hayır! -Cani miyiz? Hayır! –Hırsız, dolandırıcı mıyız? Hayır! Peki öyleyse neyiz!…? Öğrenciyiz evet öğrenci, hem de kadim bir ulusun mensubu olan Kürt öğrencisi, tek suçumuz bu dedim kendi kendime gülümseyerek ve böyle bir şeyde suç olarak görüyorlarsa şayet, başım gözüm üstüne deyip yurdun o büyük, geniş, yüksek ve kalın kapısını zorla itekleyerek açıp girdim. ( normal saatlerde hep açıktı) Kendimden emin bir şekilde kapının yanındaki camlı odacıktaki nöbetçi istihbaratçı kadına, “iyi sabahlar bayan” dediğimde kadın, dönerek baktı, beni tanıdığında nefesi kesilecek gibi oldu, ölecek sandım bir an, ama aldırmadan geçip üçüncü kattaki, 380 numaralı odama çıktım. Uyuyan oda arkadaşlarımı uyandırmayayım diye oda kapısını sessizce açmama rağmen, Pavel uyandı, beni görür görmez, yatağından sıçrayarak sıkıca kucakladı beni ve bana “kardeşim benim, bütün gece Tevrat okuyup sana dua ettim, şükür yaratana ki, benim ananemin ve tüm ailemin dualarını duydu” diyerek göğsüne bastırdı, tüm içten, sıcak ve samimi duygularıyla! (o arkadaşım Pavel, bu gün artık Prof.Dr.Pavel Martasek ve dünyanın en ünlü bilim adamlarından biri.)
Çok yorgundum, yatağın köşesine oturduk, elimi ellerine aldı, sıktı! Ve hep tanrıya dua etmeye devam etti, biraz kendisine geldiğinde sessizce aç mısın diye sordu? Sessizce, çünkü odadaki 3. arkadaşımız dayanamayıp, dertten, sakinleşmek için yurdun bitişiğindeki birahaneye gidip bira içmiş ve derin bira uykusuna dalmıştı. !
Ne Pavel nede ben, hiç alkol kullanmazdık ve halen de kullanmıyoruz.
Yıl 1975 yılıydı yani 1968 yılında gerçekleştirilen Prag baharından 7 yıl sonraki bir tarih, ve bilindiği üzere Prag baharı, Varşova paktı ordularıyla kanlı bir şekilde bastırılmış, Çekoslovakya ya giren yüz binlerce Varşova paktı askeri, (çoğunluk Sovyet) bir daha çıkmamış, ülkeyi işgal altında bırakarak Çekoslovakya’lıları inanılmaz bir ulusal travmanın mağduru kılmışlardı!, Komünist partisi Sovyet-işgal karşıtı ve işgal yanlısı diye, ikiye bölünmüştü, işgal karşıtı komünistler, partiden kitle olarak lağv edilmiş, işten atılmış, anti komünistlerden daha sıkı bir denetim-izlenim-baskıya maruz bırakılmışlardı!
Böylece halen Prag baharının umutlarını ve akabinde ki hayal kırıklığını, varlığında yaşayan, yaşatan bir ülkede biz bir kaç Kürt öğrencisi, yani yabancı insanlar olarak büyük elçilik basmış, haksızlığa karşı sesimizi yükseltmiştik, birden bire biz Çekoslovakya halkı nezdinde kahraman olmuştuk, hem de Kürt kahramanları olarak! Herkes Kürtler hakkında bilgi edinme yarışına girmişti! Eski kitap satan dükkânlarda Kürtler üzerine var olan 2-3 kitap ta ülke çapında yok olmuştu, bunlar arasında Karl May’ın “Hırçın Kürdistan Üzerinden” kitabı da dahil! Herkes Kürt hayranı olmuştu!
Pek çok kez bindiğim tramvayda orta yaşta ki ve daha yaşlı olan kadınlar gelip benim saçlarımı parmaklarının arasına alarak, “gerçekten sen o Kürt gencimisin? diye sorar olmuşlardı.
Halk arsında belki de o boyutuyla hak etmediğimiz kahramanlar olurken, rejim nezdinde vefasız hainler olmuştuk ama halk rejimden çok ama çok daha güçlüydü!
Büyük elçilikten ayrılışımızın 3. gününde bizi daha büyük isyana zorlayan haber geldi; “Fadıl yeniden tutuklanmıştı. Hem de evinden alınarak !” Artık biz Kürt öğrencilerinin birbirine ulaşmasının tüm yolları kapatılmış, yurtların etrafı istihbaratçılar ordusu ile donatılmıştı, Büyük elçiliklere değil girmek, yaklaşmak bile mümkün olamamıştı. Haci Ahmedi nasıl yapmışsa, bir telefon kulübesinden, olayı İsveç Büyük elçisine bildirebilmişti!
O dönemde Çekoslovakya’da batı radyo istasyonlarını dinlemek suçtu, Hele ki Özgür Avrupa radyosu ile Amerika’nın sesini dinlemek, en büyük suçtu. Çekoslovakya ürünü transistörler de zaten bu radyo istasyonlarının yayınını, göklere yükselen antenlerle parazit altına alındığı için dinlenmesi de zordu. Sovyetlerin Prag’daki mağazası Çayka’da Sovyet yapımı büyük transistörler satılıyordu. Vladivostok’taki Rus’un bile Moskova radyosunu parazitsiz dinleyebilmesi için bu transistörlere ihtiyacı vardı. Çayka’da o transistörü alabilmek için aylarca sıraya girmek gerekiyordu. Sovyetler’e giden her Çekoslovakyalı dönüşünde mutlaka o transistörü satın alarak dönüyordu, resmî fiyatı 1050 Çekoslovakya kronuydu, fakat kara borsada, el altından 3000-3500 krona satılıyordu, okulu yeni bitirmiş bir doktorun maaşı ise 1650- krondu!
Bu transistörlerden bir arkadaşımda vardı… O transistörle bir arkadaşımın evine sığındım (yurtta ihbar sıkça oluyordu) ve Fadıl’ı, oradan gelen haberlerle izlemeye başladım, kış olduğu için kep giyip sokaktaki telefon kulübesinden de rahatça yurtların koridorlarındaki telefonlara telefon edebiliyordum, şansım olduğunda gerçekten bir arkadaşıma ulaşabiliyordum, en büyük şansım ise Çek arkadaşlarımın çok olmasıydı, Fadıl tutuklandıktan 2 gün sonra, dünyaca ünlü lanetli Doğu Berlin Sınır kapısı Frederichstr’den Batı Berlin’e salı verilmiş, Fadıl bizi de düşünerek hemen tüm dünya basının önüne çıkıp demeç vermiş ve gece gündüz geride bıraktığı bizler için bir kampanya başlatmıştı.
Şükür ki Saddam’a teslim edilmemişti fakat Çekoslovakya’da da bırakılmamıştı, eşi ve çocuğuna el konulmuştu ve rehin alınmışlardı, lakin Fadıl boyun eğmemiş ona layık olanı yapmıştı. Tüm bunları özgür Avrupa radyosundan öğreniyorduk.
Fadıl’dan sonra da Irak kökenli arkadaşlarımızı ya tutuklayarak ya da zorla Çekoslovakya’yı terk etmeye mecbur bırakıldılar!
Türkiye’den biz iki kişiydik, Musa Anter’in akrabası Stilile köyünden Mehmet Çalı ve ben yani Yekta Uzunoğlu! Bize dokunmadılar, İranlı ve Suriyeli arkadaşlarımıza da!
Bize dokunmadılar lakin hayatı da cehenneme çevirmek için ellerinden geleni yaptılar, rejim tarafından sürekli olarak izleniyorduk ve çok sıkı takipçilerimizdiler fakat yinede Çek-Slovak ulusunun hemen hemen her ferdi de bizi göğüslerine basma gayreti içindeydi, bunun içinde o genç yaşımda kendimi dünya siyasetinde, saygın şahsiyetlerin arasında birden bire buluverdim.
Bir Kürt olarak, Avrupa’da bir üniversite öğreniminin bedeli kısa bir anı yazısına sığmayacak kadar uzundur!
Leave A Comment