Aradan aylar geçmiş, artık Niyazi Abê’nin döneceğinden ümidimizi kesmiş, giderek normal hayata dönmüştük. Yine de geçen bu süre içinde bizi en çok üzen onun hakkında hiçbir haber alamayışımızdı.
Kış ve ilkbahar geçmiş, sıcak yaz günleri başlamak üzereydi. Beklenmedik bir zamanda Paris’ten bir telgraf geldi. Gönderen Kendal’dı ve telgrafta Niyazi Usta ile birlikte Mehdi Zana’nın Prag’a varış gün ve saatini bildiriyordu.
Üstelik trenle geliyorlardı. Niyazi Abê’nin kanseri büyük bir ihtimalle çevre dokulara, hatta uzak organlara artık metastaz yapmış olmalıydı. Zaten aylar önce hastalığının yıpranmış bedenini tüketmiş olmalı diye düşünmüştüm. Şimdi kim bilir ne haldeydi ve o haliyle 14 saat süren bir tren yolculuğuna katlanabilir miydi? Neden uçakla gelmiyorlardı ki! Bu haber bir kez daha benim ve Pavel’in Çarls Üniversitesi’ndeki öğrencilik hayatımızın bütün programlarını alt üst edecekti ama her şeye rağmen Niyazi Abê’nin Mehdi Zana ile birlikte gelişine çok sevinmiştik!
Niyazi Abê’yle Mehdi Zana’yı gardan aldım. Bu vesileyle 6 yıldan sonra Mehdi’yi de görmüş oldum; ama Kendal yoktu. Güya “derslerinden dolayı” yolculukta onlara eşlik edememiş, bir tek lisan bilmeyen iki kişiyi trene bindirip bir demirperde ülkesi Çekoslovakya’ya göndermişti. Üzerinden atarcasına, ”artık Yekta ne yaparsa yapsın!” dercesine.
Şimdi de iki kişiyi yurtta kaçak barındırmak zorundaydık. Evet, Prag’a 50-60 km uzaklıkta nişanlımın görkemli villası vardı ama o dönemin yol şartlarıyla ve Volkswagen tosbağayla her gün 50-60 km gidip gelmek mümkün değildi. Yine yurttaki öğrencilerin bir kısmı seferber edildi:
“Kürdistan’dan misafirimiz var!” şiarıyla.
Onları yurda yerleştirdikten hemen sonraki gün, Prof. Hradec’e ulaşıp Niyazi Usta’nın geldiği haberini verdiğimde hayrete düştü. “Hâlâ yaşıyor mu?” diye sordu. Bu soru beni o sevdiğim varlığın ölümle pençeleştiği gerçeğiyle üçüncü şahıs üzerinden bir kez daha yüzleştirdi.
Hemen ardından hastaneye alındı Niyazi Abe. Kendisine yine hastanenin en lüks odası tahsis edildi. Görmek istemediğim o bitkin halinin etkisiyle, “Abê, sen bir, en geç iki hafta içinde geleceğim demiştin; ne diye gelişin ayları buldu?“ bile diyemedim. Diyemezdim, o haliyle kaldıramaz hatta incitebilirdi böyle bir soru belki onu.
Prof. Hradec bir taraftan Niyazi Usta’nın dönüşünden mutlu, diğer taraftan da bu kadar geç döndüğü için öfkeliydi. Buna rağmen, hemen herkesi seferber edip kanserin metastaz yapıp yapmadığını, yaptıysa hangi organlara, ne kadar hasar verdiğini tesbit etmeleri talimatını verdi. Hemen Niyazi Usta kolundan genç-sağlıklı askerlerden alınan plazma serumuna bağlandı. Çünkü bitmişti, o haliyle nasıl oldu da Paris’ten Prag’a trenle gönderilmişti, anlamak mümkün değildi!..
Mehdi Zana da yurttaki odamdayda. Gün içinde hepimiz okulda olduğundan, ben ve Pavel Martasek kim okul zamanı içinde fırsat buluyorsa koşar adım okul kampüsünün içinde olan, Niyazi Usta’nın kaldığı yakınımızdaki hastaneye gidiyordu. İlk günlerde onu yalnız bırakmadan hep yanındaydık, her şeyden önce iletişimi tercümeyle sağlayabilmek için.
Birkaç gün içinde kanserin metastaz yaptığı ve tüm kalça kemiklerine sıçradığı tesbit edildi. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Sağ olsun, hem Prof. Hradec, onun yardımcısı, bakmakla görevlendirilen hemşire ve diğer hastane görevlileri tedaviye geç gelen Niyazi Usta’ya, kendi kendisini bu biçimde ölüme mahkûm eden Abê’me karşı duydukları hüznün ve öfkenin farkına varmaması için özen gösteriyorlardı. O kadar çok sevmişlerdi ki onu; bu geçiken gelişiyle hepsi hüzne boğulmuştu.
Verilen plazma serumuyla Niyazi Abê biraz kendisine geldi. Ama Türkiye’de geçirdiği süre içinde ağrılarını kesebilmek için orada aldığı yüksek doz ağrı kesici ilaçlar karaciğerini tamamen tahrip etmişti. Zaten Prag’a ilk gelişinden önce de kanseri durdurmak için Türkiye’de verilen ilaçlar karaciğerini yeterince fazla yıpratmıştı.
Bir gün, ders bitiminde, Niyazi Abê’nin tıp fakültesi kampüsündeki klinikte çok özel donatılmış odasına gittim. Sandalyeye oturup elini elime aldım. ”Abê, bugün nasılsın”la sohbete başladık. Tabii artık tedavisinin mümkün olmadığını oda biliyordu.
Sohbet arasında bana “Yekta biliyor musun, Mehdi ile bu kez trenle gelirken pencereden tabiatı seyrettim. Almanya-Fransa sınırında uçsuz bucaksız yeşil tarlalarda sayısız, büyük ama çok büyük ve güçlü inekler, boğalar otluyordu. Cinslerini merak ettim. Sordum. ’Bunlar Hollanda ineği.’ dediler. Hayran kaldım o ineklere. Sana bir şey söyleyeyim mi, Xwedê şahidimdir, eğer bir gün ahirette duyarsam ki bu inekler yeryüzünde sosyalizmi kendi aralarında kurmuş, inanırım. Ama melekler bile gelip bana deseler ki ’Türkler yeryüzünde sosyalizmi kurmuş, asla inanmam!’ Donup kaldım… Çünkü onun acılarını, geleceğini onunla beraber yaşayan biriydim. Tüm bu acılar varken bu sosyalizm de nereden çıkmıştı?
“Niye Abê?” diye sordum.
“Yahu Yekta, ben o ineklere baktım; her biri yüksek otların bulunduğu aynı merada sakin sakin otluyorlar, her biri yanında otlayan diğer ineklerin hakkına hukukuna saygılı davranıyor… Üstelik kendiyle, yanındaki diğer ineklerle ve de otladıkları tabiatla barışıklardı. Bunlar sosyalizmi kurmasın da o hır-hop Türkler mi kursun! Melekler de gelse, ’Turkolar sosyalizmi kurmuş.’ deseler, asla inanmam!”
2-3 hafta sonra Niyazi Abê kendini biraz toparlayıp, böyle bir yolculuğa katlanacak duruma geldikten sonra Mehdi Zana’yla birlikte, önce Paris’e, oradan da Türkiye’ye döndü.
Daha sonra da sonucu bilmeme rağmen, haftalarca onun sağlık durumu hakkında bir bilgi bekledim durdum. Ama modern Kürt sosyalistlerinde ya da “varoluşçularda” merak edeni bilgilendirmek gibi “lükslere” yer yoktu. Bizi terkeden Niyazi Abê’nin o kadar sevdiği oğlu ve eşine sahip çıkan oldu mu, ondan da çok ama çok şüphedeyim!
Özellikle son yirmi yıldır, Kürt siyaseti olarak bilinen partilerde hâkim olan Türkiyelileşme yaklaşımı; Kürtlüğü, Kürt folklorunu,geleneksel kürt etiğini, Kürt geleneği ve düşünüş biçimini kendisinde yaşatan çevrelere karşı onları düşük görerek suçlayıcı bir dille “ilkel milliyetçilikle” suçlamaktadır. Bu durum yakın ve uzak geçmişle aramızda var olan ulusal bağların daha fazla çözülmesine yol açmakta ve binyıllar içinde oluşturulan insani kurumların böylece bu tür politikalarla nasıl heba edildiğini gözler önüne sermektedir.
Ödenen bedeller ne olursa olsun, Niyazi Abi gibi yüce değerlerin yarattığı ulusal kazanımları çoğaltıp sahiplenmek yerine, bedel ödemeyi bir rutine hatta bir alışkanlığa dönüştürmek, Kürt oluşumlarını içine düştükleri bu iflah olmazlıkla düşman karşısında birer kıyıcı yapıya dönüştürmektedir. Kuşkusuz niyeti sorgulamıyor, bunun bilinçli-programlı yapıldığını kesin. Bu kesimin pratikteki icraatlarının Kürt ulusu ve onun devletleşmesinin önünde bugün sömürgeci devletlerin sergiledikleri politikalardan hiç de geri kalır yanı yoktur. Bu anlamda Kürt toplumunun ulus biçiminde örgütlenip devletleşmeyle varlığını uluslararası alanda kabul ettirmesi şartlarının her zamankinden daha fazla ortaya çıktığı bir dönemde bu siyasetle Kürt sorununun bağrına nasıl hançer gibi saplandığını ve böylece Niyazi Usta şahsında binlerce Kürt aydınının Türkiyelileşmeye nasıl kurban edildiğini vurgulamama gerek var mı bimiyorum!
Yeni jenerasyonlara unutulmaya mahkum edilmiş bu değerler tanıtılırken sergilenecek tutumların gidişatın tersine çevrilmesine hizmet etmesinin gerekliliğini bilince çıkarıp ona uygun hareket etmek zorundayız.
Türkiyelileşme Kürd’e Kürtlüğünü unutturmaktır. Günümüzde sömürgealtı koşullarda yaşayan bir halkın gerçekliği hiçbir statüye karşılık gelmiyor. Kölenin bile bir statüsü var, Kürdün statüsü yoktur. Sömürgeci devletlerin Kürd’e fermanının adı diplomasi olmuş, Kürtlerin kendileri adına bir araya gelerek devletleşmesi ise ihanet… Kürt önderlerinden Nuri Dersimi, 1973 yılında Afrin’de yaşama veda etti. Mezarı 2018 yılında işgalci ve sömürgeci Türkler tarafından tahrip edildi, kemikleri de çalınıp gizlice bilinmeyen bir yere götürülerek gömüldü. Onun gibi Seyit Rıza, Şeyh Said ve birçok Kürt direniş önderlerinin mezarlarının yerleri halen bilinmemektedir.
Yüzyıl öncesinin uygulamaları görülüyor ki halen yürürlüktedir. Niyazi Usta gibi bazı Kürt aydınları sosyalist Türklerle kader birliği hiç yapılarmıydı? O aydınlarımız 1970’li yıllarda tüm güçleriyle uluslarının derdie deva aramış olan aydınlardı. Onlarla birlikte hareket ederken bile Kürt gerçekliğinin sesi soluğu olarak yol almakta ısrar eden, ancak zamanla tüm çabalarının sisteme bağlı Türk sol hareketleri tarafından boşa çıkarıldığını tecrübe eden, bunu da kendilerinde bir nebze olsun Kürdistani değer taşıyan kesimlere çektiği acılar içinde defalarca dile getirerek mücadelenin özgünlüğüne daha 1970’li yıllarda dikkat çeken biri olarak hafızalarımıza kazındı.
Onun bizi terk edişinin üzerinden geçen 45 yıl içinde Silvan’da uzun zaman belediye bile Türkiyelileşme çabasında olan Kürtler’in elindeydi. İster belediye ister Silvan sivil dernekleri olsun, Niyazi Usta’nın anısını yaşatmak için yaptıkları bir eserleri var mı, bilmek gerekir! Onun ismini taşıyan bir okul, medrese, cadde, sokak, çeşme veya bir dikili taş var mı? Yok! Neden? Çünkü biz “modern” sosyalist Kürtleriz!? Türkiyelileşen Kürtleriz! O halde adama sormazlar mı, madem kurtuluşun anahtarı Türkiyelileşmekte, o zaman ne diye boşuna çekildi bunca çile ve acılar? Oysa çok iyi biliyoruz ki o büyük değerler Kürd ve Kürdistan uğruna Türkiyelileşmediler, Araplaşmadılar, Farslaşmadılar.
Unutmamak gerekir ki 100 yıl önce olduğu gibi Türk sömürgeciliği tarafından daha dün mezarı tahrip edilen Nuri Dersimi’nin kemikleri topraktan çıkarılıp gizlice bilinmeyen bir yere götürülürken ya da nerede ve ne zaman öldürüldüğü bilinmeyen Kürt gençlerinin çürümüş bedenleri toprakta bulundukları yerden çıkarılıp kaldırım betonlarına gömülürken, bu biçimiyle Bakur’da esen Türkiyelileşme rüzgarının esintisine kapılanlara verilen mesajın şifrelerini çözmemek mümkündür!
Niyazi Usta, Kürt halkının 20. yüzyılda erken kaybettiği ulu bir bilgeydi. Ruhuna saygıyla…
Leave A Comment