Niyazi Abê gitmiş, giderken de geri döneceğine beni inandırmakla umudun, düalizminin cehennemine terk etmişti. Söylediği gibi bir ya da iki hafta içinde dönmeyeceğini sanki biliyordum ama varlığımın derinliklerinde “hêvî” denilen fırtınalara, inatçı ayazların çiçek döken donlarına, en kötüsü de ilişkiler ikliminde insanların arasında giderek büyüyen kuraklığa rağmen, bir yerlerde mutlaka yeşil bir umut tomurcuğu bırakmış olmalıydı.
Birinci haftanın bitiminden sonra, her günü özenle ve büyük bir sabırsızlıkla sayan, yolunu dört gözle bekleyen, geleceği haberine tepeden tırnağa dikkat kesilen biri olup çıkmıştım. O dönemde, Komünist Çekoslovakya’da Batı Avrupa’yla denetim dışı iletişim kurabilecek ne bir telefon ne de bir başka teknik iletişim olanağı vardı. Yalnızca Prag’ın merkez postanesinden Batı ülkelerine telefon etmek mümkündü.
Burada, özel bir salon içinde bulunan gişede çalışan görevli kadına pasaportunuzu ya da kimlik kartınızı veriyordunuz; o da tüm bilgileri kaydediyor ve telefon etmek istediğiniz numarayı sizden alıyor, hangi dilde konuşacağınızı soruyor ve size “bekleyin” diyerek salonda kendisinin gösterdiği bir yerde oturma talimatını veriyordu. Bu uzun bekleyişten sonra, mikrofonla hangi numaralı kabine gideceğinizi söylüyor, o kabine girip -eğer şansınız varsa ve tüm bilgiler bir merkezde kontrol edilip dinlenmeniz için o merkezde tercüman hazırsa- böylesi zorlu bir çabanın ardından konuşabiliyordunuz. Süresiz de değil tabi ama ilk 5 dakikaya kadar müsaade ediyorlardı zaman açısından. Böyle bir iletişimin bedelini dile getirmeye de gerek var mı bilmiyorum artık. Ama her durumda bu olay, Çekoslovakya’da eğitim gören yabancı bir öğrencinin bu şartlar altında, haftada bir telefon edebilmesi zordu ve üstelik bu da ekonomik bedelinin altından kalkılabilecek bir şey de değildi.
O dönemde Kendal’in kaldığı Paris’in 13. semtindeki Boulevard Arago’daki (Arago Bulvarı) Chambre de bonne’da (Hizmetçi odası. Bu tabir Paris’teki evlerde, gün içinde aşağı katlarda hizmetçi olarak çalışanların akşamları yatabilecekleri pencereleri göğe bakan V şeklindeki çatı katında, koridorunda ortak banyoları bile olmayan ama tümünün bir tek ortak tuvaleti olan odalara verilen resmî isimdir.) telefon var mıydı, hatırlamıyorum. Acil durumlarda telgrafla iletişimimiz oluyordu tabii ki; eğer istihbaratın tercümanları o an görevdeyseler, o dönemin şartlarına göre en çok 24 saat içinde telgraf şahsa ulaşıyordu.
Günlerce Paris’ten gelecek bir telgrafı bekledim: “Niyazi Abê, şu saatte Prag’a varacak” diye; gelmeyeceğini bilmeme rağmen bekliyordum. Niyazi Abê’nin “en genç iki haftada döneceğim” dediği geçmek bilmeyen iki hafta yine de ağır bir bekleyiş içinde geçti. Ardından 3. ve 4. haftaların günlerini ve sonunda da artık günleri ve haftaları bırakıp ayları saymaya başladım.
Ara sıra Paris üzerinden Kendal’ın bana gönderdiği ailemden gelen mektuplarda da Niyazi Abê’yle ilgili hiçbir haber yoktu. Biri Türkiye gibi NATO’nun, diğeri Varşova Paktı’nın üyesi olan iki ülkenin insafsız denetiminde olan Paris üzerinden bir ailenin zorluklarla dolu yazışması!..
En acı yönü ise ona ne olduğunu, kanserin yayılımı yani metastazı hakkında hiçbir bilgiye sahip olamamaktı. Onunla birlikte insafsız acılar ve ne durumda olduğunu bilememenin kaygısı içinde, arada geçen onca zamana karşı artık benim de burada aynı ölçüde duyduğum o acılara tahammül gücü gösteremeyip her gün onlara, onların oluşturduğu bir başka hüzne biraz daha yenildiğimin farkına varıyordum. “Evet, bu sonuncusu olmalı’ diye düşündüm, en acı olanın… Ve sanki yurt özlemim bir tek kişide, kanseri günden güne ilerleyen Niyazi Abê’de somutlaşmışçasına, tüm benliğimi ele geçiren bu büyük acının kendisine dönüşmüştü.
Üroloji dersini 5. sınıfta görecektik; ama Niyazi Abe’nin hastalığını tanıyabilmek için üroloji konusunda ulaşılabildiğim bütün kitapları, broşürleri, bir yığın bilimsel makaleyi okuyup anlama çabasındaydım. Beni ve varlığımda taşıdığım kaygıları, acıları ne Türkiye’de ne Paris’te ne de başka bir yerde bir düşünen vardı. Acılarımla yapayalnız, zaten yapayalnız olduğum o komünist ülkede bir başıma yaşamak, o acılar ve kaygılar bende neye yol açarlarsa açsınlar, okuluma devam edip çok başarılı olmak zorundaydım. Bir sabah erkenden yurttan “Başarısızsınız, çantanızı alıp gidiyorsunuz!” diyen polislerin ziyaretine maruz kalmamak için. Başkalarının acılarından kendiminkileri bile seçemeyecek durumdaydım. Komünist Çekoslovakya’da bir sabah vakti ansızın kapıya dayanan polisin benzeri ziyaretine maruz kalıp sonra da ilk tren veya uçakla yurt dışı edilme olayları pek sıradandı.
Tüm bunlarla, bir de Prof. Hradec, yardımcısı, Niyazi Abê’ye gece gündüz bakan hemşireden oda arkadaşım Pavel’e, nişanlım ve ailesine, Marksist Hocam Otakar Volanec’e izah sorumluğunun altında eziliyordum.
Sükûneti Pavel ile bir tek cumartesi günleri ibadet için gittiğimiz Prag’ın Londra Caddesi’ndeki ibadethanede buluyordum.
Bir gün tüm gücümü toplayarak Prof. Hradec’i ziyarete gittim. Ameliyattaydı, bir süre bekledim. Ameliyattan elleri eldivenli, yüzünde maskeyle çıktığında beni görür görmez daha eldivenlerini ve maskesini çıkarmadan hemen bana yöneldi. İlk sorusu Niyazi Abê’yi kastederek: “Geldi mi, nerede?” oldu. Ben ezilerek gelmediğini, nerede, ne durumda olduğunu bilmediğimi anlatmaya başlamıştım ki, “Ölecek, göz göre göre ölecek; onu bırakmayacaktık.” dedi ve tekrar dönüp ameliyathane koridorunda hızlı adımlarla oradan uzaklaştı… O an, onun bu cümlesiyle uyanır gibi oldum; öyle ya, niye bıraktık ki? Niye ona seçim hakkı verdik ki? “Bu böyle olacak, bitti!” demedik ki.
Bu soruyu aynı gece Pavel’e sordum: “Niyazi Abê’ye seçme hakkı tanımadan burada bırakabilir miydik, ahlak açısından?” Pavel koyu dindardı, o da Hradec gibi Yahudi’ydi. Pavel’e Hradec’le o günkü karşılaşmamızı anlattım. Merakla dinledi. Sonra da bana: “Sen Hradec’e bakma, o bazen biraz deli olabiliyor, biz en doğrusunu yaptık! Çok küçük bir ihtimalle de olsa eğer ameliyat sırasında veya daha sonra başına bir şey gelseydi, ölünceye kadar onun sorumluluğunun cehenneminde yaşamaya mecbur kalırdın!” dedi. Yıllar sonra Avrupa Birliği Tıp Etik Komisyonunda Çekya’yı temsil eden, bir dönem başkan yardımcılığı yapan Pavel daha o genç yaşında böyle olgun, insanı insan yapan etiğe dört elle sarılan biri olduğunu bu biçimiyle ortaya koymuştu.
Artık Niyazi Abê’nin dönüşünden ümidimizi kesmiştik. Tek kaygımız onun o zalim topraklarda çektiğinden emin olduğumuz acılardı.
Bir gün yine üroloji kliniğine gittim, Niyazi Abê’nin teşhis dönemindeki masraflarını sormak için, çünkü ben kefil olmuştum. Maliyeyle Sorumlu Bölüm Başkanı: “Prof. Hradec’in talimatı var, sizden yatak bedelinin dışında hiçbir bedel istemiyoruz. Yatak bedelini yok sayma hakkı üzgünüm ki, yasalarda bulunmuyor!” dedi ve ekledi: “Bakın, oda hakkı demiyorum, sadece yatak hakkı!.. Hangi odada kalmışsa, o Prof. Hradec’in tasarrufunda ama kaldığı için yatak bedelinden muaf tutmamız söz konusu olamaz!” dediğinde, ona sadece minnettarlığımı belirterek teşekkür edebildim.
Yani o, “emperyalizme karşı savaşacak özel komando birliğinin genç askerlerinden alınan serumlardan, tıbbın sınırlarını zorlayan teşhis çabalarına, tıp fakültesinin güzel, deneyimli, gece gündüz çaba harcayan hemşiresine kadar her şey Yahudi Prof. Hradec’in bir Kürt yurtseverine insani hizmeti sayılmıştı! Ve yatak bedelini de taksitle ödememe olanak tanınmıştı!
Bursum 800 krondu, yani bugünün karşılığıyla 35 Dolar. Ben ise hastabakıcılığından 1260 Kron alıyordum. Toplam 2060 Kron ediyordu ki; o da 90 dolara tekabül ediyordu. Yeni mezun olmuş doktorun maaşı ise 1750 Krondu. Sorun yoktu. Taksitle 6 ayda ödeyebilirdim. Tek kaygım vardı, o da Niyazi Abe’nin çektiğinden emin olduğum o katlanılmaz ağrılar, acılar, Diyarbakır’da gerekli tedaviden mahrum oluşu ve Kendal’dan Niyazi Abê hakkında hiçbir haber alamayışımdı!..
Leave A Comment