Sırtlan, genellikle akşamları olur olmaz zamanlarda arardı beni. Alışılagelmiş nezaket kurallarını çiğnememek adına, yoğun çalışmama rağmen telefonu kapatmaz, “Beyefendi saatin kaç olduğundan haberiniz var, değil mi?” diyerek nazikçe hatırlatmama,“Kusura bakmayın Doktor Bey benim de çalışmalarım var, kendimi yazılarıma vermem gerekli,” diyerek telefonu kulakları tırmalayan o çığırtkan ses tonuna rağmen sesli halde açık tutarak masamın üzerine koyup o anki yazıma konsantre olarak yazmaya devam ederdim…

Çok ama çok sonra öğrendim… Meğerse Sırtlan, Paris’te tanıdık çevrelerden Kendal Nezan ile akraba olduğumuzu, onunla birlikte Kürt Enstitüsü’nü kurduğumuzu, ama daha sonraki yıllarda yollarımızın ayrıldığını öğrenmiş. İşte bu yüzden hep Kendal’e saldırı içerikli hikayeler anlatırdı:

“Kendal beni Kürt Enstitüsü üyeliğine almadı. Kendal benim üstün başarılı kızıma burs vermedi ama ünlü ailelerin akılsız çocuklarına burs verdi. Ahlaksızlığının sınırları yok!”

Ve sonu gelmeyen Kendal’le bağlantılı karalama hikayeleri iğnesi takılmış bir pikap gibi sanki aralarında kan düşmanlıkları varmışçasına nefret ve hiddet dolu bir ses tonuyla anlatır dururdu.

Çok uzun zaman sonra öğrendim ki bu hikayelerin hepsi ama hepsi asılsız ve bu şahıs Kendal’i defalarca ziyaret etmiş, kendisinden taleplerde bulunmuş ve her ziyaretinde karşısında kâh el pençe durmuş kâh önünde secdeye eğilmiş…

Bir gün yine beni aradı:

“Sayın Doktor, kusura bakmayın!” dedi. “Sayın Bayan Doktor Malgu  teyzesi ile Prag’ı ziyaret etmeye gelecekler acaba sizinle görüşmeleri mümkün mü?”

Doğal olarak “Sayın Bayan Malgu kimdir?” diye sordum.

“Ee… Benim kızım,” deyince şaşkınlığımdan suratımın farklı renklere büründüğünü hissettim. Kızına ‘Sayın Bayan,’ hitabesi ancak Fransız Devriminden önceki asilzadelerde vardı… Bizim psikopatın kendisini yükseklere çekebilmek için standart lisan taktiklerindenmiş kızını böylesi takdimi…

Diyarbakır’ın tabiriyle cambazın biriymiş bu tür hokkabazlıklarıyla.

Sonunda Sayın Bayan Malgu Hanım ve teyzesi Prag’a geldiler. Türkiyeliler arasında “Nazım Hikmet’in Kahvesi” diye bilinen Prag’ın en ünlü kültür mekânında ağırladım. İkisini de hâkli olarak Kürt zannediyordum. Sayın Bay Doktor Değerli Bilim adamı “Dr.” Ali Kunduz’un kızı ve baldızıydılar nihayette.  Bu iki kadının tuhaf görünümü vardı. Sanki Orta Asya’dan daha yeni gelmiş göçebe Türkmen kadınının tabiatın estetizminden nasibini almamış gibilerdi. Fizyolojik açıdan da kadın mı yoksa erkek mi oldukları ilk bakışta belli değildi. Kendilerine nezaketen Kürtçe hitap edince sanki dünyayı kendileri yaratmış edasına büründüler. Ya o zevksiz, estetikten yoksun giysilerin içindeki hallerine rağmen, çünkü onlar asıl kan Türk ben ise Kürt’tüm nihayetinde… Bir anda karşımda “yeniçeri başı!” oluverdiler.

“Doktor Bey biz o dili bilmiyoruz, duymakta istemiyoruz,” demezler mi! O dilden kasıtları onlara hitap ettiğim Kürtçeydi elbette. O an ‘Sizin içindeki her cisimden kültür fışkıran bu mekânda ne işiniz var?’ deyip onları kolundan tutup Orta Avrupa’nın milyonlarca insanının kalbinde yer etmiş, bu kültür dergahını daha fazla kirletmemeleri için kovmayı bir an için de olsa düşünmemek mümkün müydü? Buna rağmen onları akşam yemeğiyle ağırladım. Yemekte Sayın Kürt Bilim adamının(!) kızı her fırsatta “Babam belki Dersim kökenli olabilir ama ben saf kan Türk’üm! Annem de Türk’tür. Ondan içtiğim süt de…”

Türklüğünü her fırsatta vurgulayarak her hareketinden patolojik bağla bağlı olduğu çokça aşikâr olan “saf kan” teyzesinin yanında puan toplamak gayretindeydi.

 Alıştığımız çoğu kez varlığımızı esir alan geleneksel ahlak, etik, edep anlayışının ışığında bir akşam yemeğini bu iki saf kan Türklükleriyle böbürlenen kadın dışında, mükemmel zarafete bürünmüş bu mekândan bir an önce özgürlüğüme kavuşmanın özlemiyle geçirdiğim cehennem azabı bir buçuk saat yaşatılmıştım. Onlardan ayrıldığımda, Prag’ın semalarında ay ve yıldızların güzelliğini uzun bir zaman bir zaman diliminden sonra yeniden hissetmiştim.

 Sırtlan bu kez avına yaklaşırken ana ganimete kavuşacağına hiç değilse kızıma ve baldızıma benden güzel bir yemek kopartayım diye düşünmüştü. Onun açgözlülüğü ile hedefteki avı bana, yıllarca anlattığı sonu gelmeyen ama her biri bana yaklaşmak için bir yem olan hikayelerinden o an uyanır gibi olmuştum.

***

Bir telefon görüşmemizde:

 “Sayın Bayan Doktor Malgu’nun kendisini bana Türk olarak tanıttı,” dedim. Birden sesini yükseltti, saldırganlaştı.

-Sayın Doktor Bey kızımın bu tavrına siz Kendal’den bu kadar canı yanarak haksızlık görmüş biri olarak nasıl şaşırıyorsunuz ki? Kızım lisede en başarılı öğrenci olmasına rağmen Kendal onun dosyasını Bursa Talip Öğrenciler için Paris Kürt Enstitüsü bünyesinde oluşturulan komisyona bile sunmamış. Kızımın annesi burada kanser hastalığının acıları içinde can çekişirken yardım istediğimiz Kendal telefonu kızımın yüzüne kapattı. Kızım kendisini Kürtlükle nasıl özdeşleştirsin?” demez mi.

Yine beni ikna etmiş ve hatta iki saf kan  kadına haksızlık etmiş olmanın dayanılmaz vicdan azabına sokmuştu beni Sırtlan.
 
Yine çok sonra, Sırtlan’ın doktor kızının 6 yıl boyunca Kürt Enstitüsü’nden burs aldığını, eşinin Fransa’nın bir şehrinde kanserle boğuştuğunda, insanlıktan nasibini almamış bu yaratığın Paris’te -özellikle aşırı obez- kendinden 20-30 cm uzun Afrikalı kadınların üzerlerine sinen  iğrenç kokulu bedenlerinde zevke ulaştığını öğrendim.

Ve bunu da öğrenince bir kez daha kendi temiz Kürdi inanç ve duygularıma kahrederek inandığım Sırtlan’a tiksintiyle lanet yağdırdım.

Zira Sırtlan varlığımda acısı dinmeyecek yeni yaraları çoktan açmıştı…