resim: Nuh Ateş

 

 

Uzun yaşamımda ilk kez!

Vahşi hayvanlar içerisinde en çirkin bir yüze sahip olan, leş ile beslenen, başka hayvanların yakaladıkları avları elinden alan, çok kalın bir boyna sahip olan bir SIRTLAN’a benzettiğim bir zatı üzülerek olsa da suç duyurusunda bulundum. Üzüldüm; çünkü zat bir Kürd’tü.

Bir Kürd diğer bir Kürd’ü evinde, nöbette olan Fransız savcısını ofisine çağırtarak -tatil günü olmasına rağmen avukatlar bularak- suç duyurusunda bulunuyordu.

Ömrünü Kürd davasına adamış, bu davada büyük bedeller ödemiş bir Kürd Aydını, “Kürd” postuna bürünmüş ve Akademik ünvan kullanan bir çakaldan kurtulabilmek için son çare olarak devlete hem de yabancı bir devletin güvenlik güçlerinin yardımına başvuruyordu ve o başvuran da ne yazık ki bendim!

On yılı aşkın bir zaman diliminde tüm saldırılarını “Kardeşim, arkadaşım, değerli dostum”la başlayarak bertaraf edip insan bedenine yapışıp kan emerek beslenen asalak ve ağzı leş kokan bir Sırtlan’dan kaçmaya çalıştım. Bana bulaşmaması için ne kadar gayret göstersem de olmadı.  O Sırtlan daha da saldırganlaştı, bedenime bin dirhem daha acı verip, varlığımdan, tüm yaşamım boyunca inşa ettiklerimden bir parçamı koparıp yiyebilmek için kurnazca ve şeytani planlarla peşime düştü, bu insani ahlak yoksunu yaratık!

 Yıl 2006’ydı. Çek Cumhuriyet’inin en prestijli ödüllerinden birine layık görülmüştüm. Manevi cesaret, onur ödülüne. 12 yıl boyunca eğilmeden Çek-Türk Derin devletlerinin ortak kararı ile “beni yok etme girişimi”ne karşı uluslararası camiada verdiğim amansız hukuk savaşıydı beni o ödüle layık gördürten.

Ödül törenine on yıllardır diasporada yaşamama rağmen kendimi bilinçli olarak diasporanın hastalıklarından koruyabilmek için uzak tuttuğum, diasporadaki birkaç dostumu da davet etmiş ve ayrıca Kürdistan televizyonunu davetliler listesine katmıştım.

Gelenler arasında akabinde olayı Kürd medyasına taşıyanlar olmuştu. Onlara “Hukuk mücadelemin daha bitmedi, maruz bırakıldığım haksızlıklar karşısında Çek devletini mahkemeye vereceğim ve alacağım tazminatı Kürd çocuklarının eğitimi için sarf edeceğim,” demiş ve onlar da Kürt medyasına taşımışlardı. “Keşke söylemeseydim, keşke yazmış olmasaydım,” diyeceğim geliyor sırf bu sarf ettiğim bir cümleden ötürü.

Kürd medyasını benden binlerce kilometre uzakta sinsice hesaplar yapan bir vantuzun, bir Sırtlan’ın gelişen olayları nasıl da dikkatle izlediğini nerden bilebilirdim ki?

O Sırtlan benim bu demecimin içinde yatan et kokusunu binlerce kilometre uzaktan almış ve ‘’leş’’ diye tabir ettiğim ete, (Ben tazminatı her zaman ölenin leşleşmiş etinin bedeli olarak algıladım) Çünkü 12 yıllık hayatımın bir tazminatla geri dönmesi zaten mümkün olamazdı ve alacağım tazminat da bir LEŞTİ. Ve ben ölü etini kendime layık göremezdim. Ondan ötürü de hibe etmeye karar vermiştim). O Sırtlan o tazminat leşinden nasıl büyük bir parça koparabileceğinin yollarını, yöntemini şeytanca planlamıştı.

13 yıl sonra nihayet Yargıtay Mahkemesi kararıyla 13 yıl boyunca “suçsuz-sorgusuz-sualsiz” tüm var olan geçerli yasalar çiğnenerek 13 yılımın- ki bunun 2.5 yılını özel bir hücrede kitlesel katiller arasında geçirmiştim- Devletçe yıkıldığına- viran edildiğine karar verilmiş ve ben tüm amaçlı suçlamalardan Yargıtay kararıyla aklanmıştım. Ve böylelikle tazminat hakkım doğmuştu. Ödül alırken Kürd medyasına verdiğim söyleşilerde bahsettiğim ve Kürd medyasının manşetten verdiği, Sırtlan’ın da ta uzaklardan aldığı kokuyla hemen ağzının salyayla dolduğu konu, işte bu tazminattı!..

Tam o günlerde gecenin geç saatlerinde telefonum çaldı, arayan numara tanıdık değildi ama Fransa’nın kodu olduğu için yanıt vermek istedim. Telefonu açtığımda karşımdaki sanki devletin en yüksek kademesinde, medeniyeti resmi terminolojileri kullanarak karşısındakinin üstünde bilgelik hükmünü kurmak isteyen bir şahıstı.

İlk cümlesi; “Sayın Doktor Uzunoğlu, sizi hukuksuzluğa karşı verdiğiniz üstün mücadelenden ötürü kutlarım.” oldu.

Sayın Uzunoğlu…

Ve sonu gelmeyen Sayınlar…

“Beyefendi siz kimsiniz?” diyebildim ancak sonu gelmeyen ‘’Sayınlardan’’ sonra.

“Ben Dr. Ali K.” ve sonu gelmeyen özgüvenler, hangi üniversitelerde neler yaptığının kendi üzerine sonu gelmeyen dizdiği methiyeler… Hep geçen yıllarla beraber olumsuzluklarıyla gelişen süreçte ve bu olumsuzluklardan kendini koruma refleksiyle mesafeli dinliyordum, sonunun nereye varacağını merak ederek… Ve akabinde benim hiç beklemediğim ve herhalde varlığımın en zayıf noktasından, nereye vuracağını çok iyi bilerek, can damarıma o soysuz kan kokan dişlerini sapladı. “Ben rahmetli dayınız, Tunceli Müftüsü iken her sabah var olan tek ineğimizin sütünü size getiren A’yim. Annem bana her sabah ‘bu sütü bizim Kürd Müftüye götür,’ diyerek o karda kışta sütle yollara salar ve bende onurla o sütü her sabah size, dayınıza ve çocuklarına getirirdim!..” dedi.

Dayım benim yaşamımdaki en değerli varlığımdı. Varlığımdaki en hassas, en yara alabileceğim noktanın farkındalığıyla, korumasızca bilinmeyen, bilinmediğinden emin olduğum için de hiçbir zaman korumaya almadığım gizemli yerimdi… O, beni tam ordan vurmuştu. Bilerek, tüm ince hesapları aylarca en ince ayrıntılarıyla hesaplayarak hem de. Bir tek dayım vardı ve dayım bizim için annemden sonra hayatımızdaki en değerli varlığımızdı. Ailemizin onu okula gönderme imkanı olmadığından ancak ilkokulu okuyabilmiş, “medeni”(Devlet Okulu) ilkokulu okurken de medreseye gitmiş, o dönemde ulaşılabilinir  en ünlü Kürd alimlerinin yanında dinleri öğrenmiş, askerdeyken ortaokulu dışarıdan bitirmişti. Akabinde Birecik Müftüsü olarak atanmış, Birecik Müftülüğü döneminde de Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni yine dışarıdan en yüksek dereceyle bitirmiş, “resmi” okulları bitirirken ilahiyatı ihmal etmemiş, mükemmel Arapça, Farsça ve bir de “gâvur” dili İngilizceyi öğrenmiş ve Türkiye Cumhuriyet’inin en genç Vilayet Müftüsü olarak Tunceli’ye atanmıştı. Yani Alevilerin vatanına… Herhalde o dönemde annesinin aslen Ermeni olduğunu öğrenmiş olacak ki, kendisini Hristiyanlığı, Museviliği araştırmaya vermiş. Yerinin müftülük veya Sünni din bilimi olmadığını anlamış ki üniversite sınavlarına girerek kazandığı seçeneklerden nihayette Kürtlere her şeyden daha çok hukukun gerektiğine kanaat getirerek Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazılmış…

Dayım Kürd usulü aynı zamanda halamın eşiydi ve iki de çocukları vardı. Biz onu görebilmek, onunla beraber olabilmek için her şeyi ama her şeyi göze alır Silvan’dan o dönemin şartlarında bazen pikaplarla, bazen kamyon üstünde ta Tunceli’ye kadar giderdik. Hayatımda tanıdığım annem gibi en medeni, en sakin, en sabırlı, en insancıl, en akıllı insandı dayım… Bize Munzur kenarındaki evinin önünde alabalık tutma tekniğini, karşı yakaya asma köprüyle geçilerek varılan ormanda palamut toplamasını, akşamları soba üzerinde palamut pişirmesini öğreten 32 yaşındaki Silvan’ın medarı iftiharı olan müftü dayımızdı o… Son ayrıldığımızda bana “İnsan Kurtarmanın Zevki” kitabını hediye eden ve yıllarca yastığımın altından ayırmadığım o  kitabın hayatımda silinmesi mümkün olmayan izler bırakması beni dünyanın en ünlü üniversitelerinden birinde doktor olmaya, doktor olduktan sonra insan kurtarmadaki Öncü Kutup Yıldızım olmaya itti.  Ayrılmamızdan sonra Ankara Diyanet İşleri Genel Müdürlüğüne çağrılıyor, oraya giderken de Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki imtihana katılmak istiyor…

Ankara’dan gelen bir telgraf tüm dünyaya isyan ettiren bir kara haberdi: “Gelin ölünüzü alın!” içeriği ile… Ve hiçbir zaman kapanması mümkün olmayan o yarayla yaşayanlardandım ben. O Sırtlan benim o yaramın kokusuyla yerimi bulmuş ve çenesindeki dişlerini o yaramın derinliklerine kadar kilitlemişti…

Beni savunmasız bırakarak…

Annem ve dayım benim en savunmasız, gizli, kimsenin bilmediğinden emin olduğum her an, kanayabilecek varlığımda sır gibi sakladığım iki gizemli yerimdi.

O Sırtlan beni hayvani içgüdüleriyle iki gizemli yerimden vurmuştu.

Yıllar ama yıllar sonra o Sırtlan’ın dayımı hiç tanımadığını, hiçbir zaman evine annesinin tavsiyesiyle “Kürd Müftüye süt götür”mediğini, Paris’teki akrabalarımı tanıdığından rahmetli dayımın atmışlı yılların başında Tunceli’de müftü olduğunu öğrendiğini ve diğer tüm hikâyenin sırf avına yaklaşabilmek için hayali ürünler olduğunu öğrendiğimde artık duygusallığın esaretinde girdiğim gaflette çok ağır bedeller ödemiştim.