Yıl 1980 ağustos ayıydı. Aylardır İran’da Şıkak bölgesindeydim. Silah, mühimmat, para yokluğundan çok cılız olan İran pasdarlarına karşı peşmerge savaşamıyor ve her ay yer değiştiriyor, daha doğrusu geri çekiliyor dağlara sığınıyordu.
Geri çekile çekile Türkiye’nin İran’la olan sınırına yaklaşmıştı. O yüksek dağlık bölgede dağları hançer gibi yaran bir ırmağın etrafında sığınak bulmuştu. Irmağın kenarında ender bulunan bir futbol sahası kadar geniş ağaçlarla kaplı bir alandı yeni sığınağımız. Düzlüğün bittiği yerde iki taraftan da yani ırmağın hem bu hem diğer yanında uçurum başlıyordu. O dönemde helikopter teknolojisi bugünkü kadar ileri değildi, daha doğrusu İran’ın elinde olan helikopterlerinin bir nokta üzerinde durup, diklenip aşağıya ateş etmelerinin mümkün olmadığını, peşmergeye katılmadan önce İran ordusunda subay olan uzmanlar söylüyorlardı. Kaldığımız yer bu açıdan seçilmişti.
Uçurumu oluşturan karşı dağın üzerindeki yaylada bir köy vardı. Bu köy Sanere Mamedinin yeğeni Arif’indi ve dayısına karşı pasdarlarla işbirliği yapıyordu. Çekincemiz Pasdarları köyünden geçirerek uçurumun üstüne kadar getirip bizi imha etmelerini sağlaması yönündeydi.
Oraya vardığımızın ikinci günü katırların taşıdığı çadırımı ağaçlık alana yakın kurdurttum. Hasta muayene yatağı, bir masayla iki sandalye en büyük lüksümdü. Muayeneye, tedaviye hemen başladım. Birkaç gün sonra Van üzerinden dağları gizlice geçip gelen 2 Sınır Tanımayan Doktorlar da nihayet aylar sonra geldiler. Biri Prof. Ball diğeri de Dr.Mariane Flory di. Prof. Ball daha Fransa’nın Cezayir’le savaşında sahra cerrahlığı yapmış, savaş cerrahisi bir uzmandı, Marianne Flory ise Paris’teki bir hastanede anestezi uzmanlığı yapıyordu. İkisi de ve 3 haftalığına gelmişlerdi. Onların gelişiyle insan hayalini aşan şartlarda tek başıma yapmak zorunda kaldığım ameliyatlar nihayet son bulacaktı ama son bulmadı çünkü cihazlarımız eksik, anestezi cihazımız ise yoktu.
Buna rağmen ameliyatlara başladık.
Bir gün peşmergelerin bağırtısıyla “hastane” dediğimiz çadırdan çıktım. Uzaktan bir atlı dörtnala geliyordu. Peşmergeler de “Dur, dur!” diye bağırıyorlardı. Nihayet gelenin kucağında küçük bir çocuğun olduğunu görünce, sakinleştiler. Atlı hastanenin-çadırın önüne kadar geldi. Attan elinde tuttuğu çocukla atladı. Çocuğu bana doğru uzattı. Giydiğim elbise beyazdı ve doktorun ben olduğumu anlamıştı. Ki tüm çevrede zaten benden bahsedildiğini duymuştum.
Çocuk 3 yaşlarında, beyaz tenli, sevimli bir erkek çocuğuydu. Yaşıyordu ama yarı koma halindeydi.
Hemen çocuğu alıp çadıra götürdüm. Muayene masasının üzerine uzattım. Bu arada hemen Prof. Ball ile Dr. Flory de geldi. Prof. Ball’ le çocuğu muayene etmeye başladık, ateşi çok yükselmişti, zor nefes alıyor, yarı baygındı. Onu getiren atlıya sorduk. Bir şey bilmiyordu ama çocuğu muayene ederken, göbeğin bittiği sağ ayağın başladığı bölgede bir kayısı büyüklüğünde şişkinlik gördük, Prof.Ball bana, ben de ona baktım. Bakışlarımızla ikimizin de hastalığı teşhis ettiğimizi birbirimize onaylatmıştık.
Çocuğun ince bağırsağı, o bölgede ince olan karın kasları arasından çıkmış, karınla deri altında düğümlenmişti. Bu tür düğümlenme vakalarında düğümlenen bağırsak parçası yeteri kadar kan alamadığı için doku ölmeye, akabinde dağılmaya başlıyor. Halk diliyle kangrenleşiyor. Dokunun özelliğini kaybettiği o yerden bağırsaklardaki mikroplar kana karışınca hasta ölüyor.
Fazla vaktimizin olmadığı kesindi ama çocuğu anestezi aleti olmadan nasıl ameliyat edecektik? Ve eğer ona uyutan damlaları bir mendille koklayıp uyutsak dilin arkaya düşüp solunum yolunu tıkayıp boğulmasını nasıl engelleyecektik? Bunu ikimiz de bilemiyorduk.
Prof. Ball emekli olmadan önce tüm ömrünü askeri cerrah olarak yaşamış, değil bir çocuğu ameliyat, muayene bile etmemiş, bense çocukları çok ama çok sevdiğimden, daha öğrencilik yıllarında “çocuk hastalıkları dersi” kapsamında staj yaptığımız çocuk hastalıkları hastanelerinden her fırsatta uzak durmaya çalışmış, çocukların hasta halini görmek bile beni derinden sarmış, üniversite bitiminde girdiğim 5 devlet imtihanından en düşük notu çocuk hastalıklarından almıştım. Benim için çocuğun hasta hali çekebileceğim, kaldırabileceğim bir acı değildi. Ama şimdi ikimizin de önünde melek gibi yatan 3 yaşında küçük bir çocuk vardı. Kaderini Xuda bizi cezalandırırcasına bizim elimize vermişti… Karnı açmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu ama nasıl? İkimiz Mariana’ya baktık, ondan yardım dilercesine. Çünkü her şey ona bağlıydı. O bayıltamasa biz karnı açamayacaktık! Açıp da başarılı olur dikersek çocuğu ya ayılmasa? Bağırsaktan kana karışmış mikroplar başlı başına bir sorundu. Her şey başarılı geçse bile kana karışan mikropları öldürebilecek miydik? Herhalde üçümüzün de o ana kadar yaşadığı en zor anlardan biriydi. Yıllarca hayatını sahra cerrahı olarak geçirmiş Prof. Ball terlemeye başlamıştı bile! Mariana’nın dışarıda bulup da getirdiği su hortumundan 5 cm kadar kestik. Hortumu başparmağına geçirdi. Çocuğa uyutacak eteri bir mendile damlatıp burnuna yaklaştırmadan önce dilin arkaya düşmesini engellesin diye hortumu taktığı başparmağını çocuğun ağzına soktu. Çocuk bayılırken kilitlenecek olan çenenin gücüyle dişlerinin parmağı yaralamaması içindi.
Hatırladığım kadarıyla az miktardaki eterin çok etkili olması için çocuğa 2 mg valium verdik. Valium eterin etkisini yükseltiyordu. Çünkü bayılmayı sabit tutan cihaz yoktu ve biz mendile damlatılan eterin ne kadar teneffüs edileceğine mahkûmduk. Ola ki çocuk ara sıra ayıkırsa, acı hissetmemesi için 10 mg morfium verdik. Bu birkaç ilaç bizim en büyük lüksümüzdü. Bunları da nasıl o şartlarda temin ettiğimi “Bir sözün bedeli” isimli yazımda ayrıntılarıyla anlattım.
O küçük melek uyutuldu, biz kayısı büyüklüğündeki şişkin bölgenin üzerindeki deriyi kestik ama deri alışmadığımız kadar ince ve hemen kesiliyordu, çünkü çocuk derisini kesmeye alışkın değildik. Ellerimiz yetişkinlerin derilerine göre programlanmıştı. Nihayet düğümlenmiş bağırsağı zedelenmeden artık görebiliyorduk, ama her şey o kadar küçüktü ki! Karından deri altına çıkmış bağırsak bölümü tamamen morarmış, dökülüyordu. Ama dökülmemesi lazımdı ki karnı kaslarını kesip karnı tam yararak bağırsağa ulaşmadan çözebilelim. Bağırsağı dışarıya doğru çektik. Karından gelen körelen-moraran kısmı kestik, sağlıklı kısımları diktikten sonra karın içine küçük parmağımızla iteleyerek soktuk ve bir daha çıkmaması için karın kaslarını birbirine yaklaştırarak dikişler attık. Akabinde deriyi dikip te son dikişi attığımızda üçümüz de kan ter içinde kalmıştık.
Ameliyat bitmişti ama biz de bitmiştik. Mariana’ya ya bitirdiğimizi ifade edercesine dönüp baktık. O da “tamam” dercesine başını salladı ve çocuğu ayıltma çabasına girdi. Ayıltılması sadece artık eter vermeyi durdurmayla olmadı çünkü verdiğimiz morfiumun ve valiumun tesirlerini o küçücük bedenden çıkarmak hiç de kolay bir işlem değildi.
Ameliyatı bitirmiştik ama şimdi zavallı Mariana’nın azap içindeki çabalarının seyircisi olmuştuk. Nihayet çocuk gözlerini açtığında sanki biz de hayata dönmüştük…
Çocuğa şırıngayla su verdi Mariana, yutma refleksinin geri dönüp dönmediğini tespit edebilmek için. Çocuk suyu içmeye başlayınca daha da rahatladık.
Çocuk hayata dönmüştü ya sonrası?
Çocuğun vücudundaki mikropların tedavisi?
Çocuğun karnındaki yaranın pansumanı?
En büyük mucize o an elimizde vücutta zaman içinde eriyen ipliklerin olmasıydı. Onları kullanmıştık! Yaranın üstünü tentürdiyotla iyice temizledikten sonra antibakterial bir merhemden kalın bir kat çektik ve üstünü kalın bir bezle kapattık. Bütün karnı birkaç kat saran sargı beziyle çevirdik ve onun üstünü de bir tülbentle bağladık.
Ki öksürdüğünde veya karnını zorladığında, yaralar açılmasın, çünkü çocuk derisiydi nihayetinde…
Mariana çocuğun başında durup saçlarını okşayarak, yavaş yavaş kendisine gelmesini sağlarken, ben dayanmayıp dışarıya sigara içmeye çıktım. 20 m ileride onu getiren uzun boylu gencin benden medet bekleyen bakışlarıyla karşılaştım. Başımı öne doğru sallayarak çocuğun yaşadığının sinyalini verdim. Onun yüzündeki rahatlamayı hissetsem de ben daha rahat değildim. Çocuk ne olacaktı? Orda bizimle kalamazdı, kalacak yer de yoktu! Yiyecek yemek de!
Peşmerge Komutanı Sanare Mamedinin yeğeni köylülerine para karşılığında da olsa bize erzak satmamalarını emretmişti. Ki Sanar tabi ki bizimleydi yani dayısını bile açlıktan öldürmeye niyet edendi ve sadece açlıkla değil…
Çocuğu götürebilir ama saatlerce bu çocuk geldiği yere at üstünde nasıl gidebilirdi? Giderse ne olurdu? Atın her adımıyla yarattığı sallama ve sarsıntı ve hele yarası üstündeki tesiri…
Gün kararıyordu. Yola da çıkmaları lazımdı ki bir an önce sütün, yoğurdun ekmeğin olduğu bir köye ulaşsınlar! Çocuğu getiren delikanlıya defalarca tekrar ederek çocuğa verecekleri ilaçları ve miktarlarını, çocuğun ilk günler ne yiyip yemeyeceğini uzun uzun anlattım. Zeki bir insandı, çabuk anladı. Bana anladıklarını, benden duyduklarını tekrar etmesini istediğim de kendisinden emin ve rahat bir şekilde tekrar etti. Çocuğu onun sırtına bağladılar, ata bindi ve yola çıktı biz arkasından varlığımızda hissettiğimiz acıyla bakakaldık, o da bir kaç sefer dönüp bize el salladı ve yarı karanlığın içinde kayıp oldu…
Birkaç gün sonra Prof, Ball ile Dr. Flory Fransaya dönmek üzere birkaç peşmerge eşliğinde sınıra doğru yola çıktılar biz de yer değiştirmek için…
Akabindeki günlerde Sanar ve peşmergelerle vedalaşıp bir peşmergeyi yanıma alıp atla bizden takriben 150 km uzaklıktaki Dr. Qasemlo’nun kaldığı yere varmak için yola çıktık ama birçok engeli aşabilmek için İsmail Ağaye Sımkonun oğlu Tahir Han’ın yardımı gerekiyordu ve Tahir Han’la Sanare Mamedinin arası açıktı. Buna rağmen Tahir Han’ın köyüne gittim. Tahır Han’ın gelişimle çok sevinmiş olması beni hayrete düşürdü, çünkü tanışmıyorduk, iki gün evinde ağırladı, beraber dolaştık, yedik, içtik, sonu gelmeyen sohbetlere daldık, babasını ve tarihini ondan dinledim ve akabinde:
“Doktor siz benim oğlum yaşındasınız ama sizin yiğitliğiniz önünde başımı eğerim,” dedi. “Siz bizim ve hele hele genç kuşağımızın gurur kaynağısınız.”
Şaşırdım, “Estağfurullah.” dedim.
Gerekeni yaptı ve vedalaşıp yola çıktım. 3-4 gün atları değiştirerek nihayet Dr. Qasemlo’nun dağlarda gizli merkezine ulaştım.
Aradan 39 yıl geçti Rojhılat’ı her düşündüğümde acaba o çocuğa ne oldu sorusu varlığımı her seferinde sarsan soru oldu? Öldü mü acaba?
Dün gece arşivimde (25.05.2019) o çocuğu ameliyat ettiğimiz çadırı, çadırın yanında çekilmiş bir fotoğrafımı buldum ve Facebook’ta yayınladım… Bir saat sonra Kanada’nın Toronto’sundan Şehram Dostan isimli bir şahıs o günleri iyi hatırladığını ve beni övgüyle boğan bir not düştü yorum olarak.
Notuna yanıt olarak “Nerden biliyorsunuz?” dediğimde, bir gün bana üstünde çocuğu kendisinin getirdiğin ve o çocuğun hikâyesini yazdı, o çocuk Tahır Han’ın yeğeniymiş …donup kaldım. Yani o at üstünde o gün bana o ölmek üzere olan çocuğu getiren delikanlıda yaşıyordu ve hem de Toronto da. Hemen kendisinden çocuğu sordum. Her şeyi hatırladığıma şaşıp kaldı ama benim beklediğim yanıt gelmeyince kızarcasına “O çocuk nerde, ne oldu?” deyince, “O yetişkin bir adam artık, doktorum aradan 39 yıl geçti, o artık çocuk değil, yaşıyor, ailesi ve birkaç çocuğu var ve benden sizin onun hayatını nasıl kurtardığınızı duyarak büyüdü.” demez mi?
Çocuk ölmemiş, yaşıyor, büyümüş, evlenmiş, birkaç çocuğun babası olmuş ve çocuklarını ona anlatılan ölüm-kalım hikâyesini anlatarak büyütüyormuş…
39 yıl içimde taşıdığım acılı sorunun cevabının dayanılmaz rahatlığıyla sanki üzerimde betonlaşmış, bir toz tabakasını yoğun yaz yağmuru alıp götürdü…
Leave A Comment