Sultan Selahattin’i ilk kez, tam olarak ne zaman duydum hatırlamıyorum ama sanırım o, Silvan’da doğan her çocuğun aklı ermeye başlamasıyla duyup öğrendiği isimdi.
Benim de çocukluğumda duyduğum ve tanıdığım ilk isimlerden biri O oldu, çünkü dedemin elimi tutarak Silvan’ın sur üstündeki evinden çarşıyı geçerek, yukarıya, anayol üzerindeki namaz için gittiği caminin ismiydi Selahattin.
Silvan’ın en görkemli yapıtı. Öyle ki Silvan’dan o camiyi söküp alsalar, Silvan, eksik, Sultan’ından yetim kalan bir çocuk gibi olacaktı.
Başlangıçta ben, o taşlarla döşenmiş bahçede oynarken, dedem de namazını kılar ve arkadaşlarıyla gelirdi. Dedemle aynı yaştaki ve çoğunluğu arkadaşlarımın dedeleri olan temiz yüzlü ihtiyarlardı ve dedem bu dostlarıyla cami önünde oturup sohbet ettiğinde, onların ağırbaşlı , ağırbaşlı olduğu kadar şefkatli ve sevgi dolu bakışlarını üzerimde hep hissederdim.
Bir gün sohbet bitiminde dedem, elimden tutarak beni, çok merak ettiğim caminin kapısına götürdü.
Başımı yukarı kaldırdığımda yüksekliği gökyüzüyle eşitlenen bu büyük ve büyülü caminin, çepeçevresi mermer çiçek motifleriyle işli, çift kanatlı ahşap kapısının önünde ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdiğimde, orada, anneme her bakışımda benim ruhuma çarpan sükûnetinin ve dinginliğinin , kalbimde yarattığı tarifsiz zerafetli duyguların çok ötesinde, çocukluk yaşımı ve boyumu kat be kat aşan, adını o zaman koyamadığım ancak yetişkin yaşlarımda yeniden tanımlayabildiğim hem ”hiç olma” ve hem de ”hep olma” duygusunun beni sarıp sarmaladığı, hala varlığımın ayrılmaz bir parçası olarak yaşıyor .
Dedem cami kapısının üzerindeki güneşi, 21 ucunu tek tek sayarak gösterdi ve:
– Bak! dedi, bu bizim güneşimiz!
O kutsal mekanın giriş kapısının üzerinde, kurandan bir ayet değil, bizim güneşimiz vardı.
Caminin görkemli sütunlarından birinin dibinde beni yanına oturtarak, ibadet eden insanları rahatsız etmeyecek ses tonuyla; o sevecen-şefkat dolu sesiyle, bana Sultan Selahattin’in hikayesini anlattı. Büyülenmiş gibi can kulağıyla dedemi dinlerken, tavandan aşağıya sarkan 4 büyük çemberin üzerlerine asılı kandil lambalarıyla dolu avizeden ve dört bir yanımızda yükselen büyük sütunlardan gözlerimi alamıyordum. Dedemin anlattığı Sultan Selahattin’le adını taşıyan bu cami, açık renkteki taşlarla asaletini her yönüyle kabul ettirirken, Sultan’ın heybetini ve ona olan hayranlığımı varlığımda hissettiriyordu.
Kürt sultanı Selahattin’in camisi olan bu camide Kürt alimlerinin,şairlerinin ve bilgelerinin beyitlerinin, hikayelerinin ve Salahattin’in efsanelerinin dinlenildiğini söyleyerek, dedem anlatısını bitirdi. Çıkmak üzere ayakkabılarımızı giydiğimizde bu kez girdiğimiz kapı yerine caminin diğer kapısına götürdü. Diğerinin aksine bu kapı süsten ve bezemeden arınmış, sadeliğiyle insana kendi evinin duygusunu yaşatan bir kapıydı.
Okula başladığımda, Kürt Sultanı Selahattin’i, bu kez de “tarih kitaplarında” birdenbire kimliği değiştirilerek bir Türk Sultanı kimliği giydirilmiş Selahattin olarak öğretmeye çalışmışlardı.
Çok sonraların da ise, Selahattin’le Prag’da Çarls Üniversitesi’ni kazanıp, tıp eğitimine başladığım ilk yıl karşılaştım. Kısa zamanda yakın arkadaşım olan bir Çek Germanistik okuyordu aynı üniversitede ve onun diploma çalışması Selahattin üzerineydi. O yıllarda Çekoslovakya’da ender rastlanılan bir Kürt’le karşılaşmış olmanın heyecanını yaşıyordu. Sultan Selahattin’in kavminden birisiyle sohbet edebilmek herhalde en büyük mutluluğuydu. Benim en büyük mutluluğum ise ondan Selahattin’i tanıyor olmaktı ve bana Selahattin’i tanımanın yolunu açmış olmasıydı.
Onu izleyen aylarda, Selahattin’i konu alan hikayeleri, Prag’daki Kültür Merkezi’nde Doğu Almanya’dan gelen, 15-20 kişiye piyano eşliğinde okuyan üstün yetenekli okuyuculardan dinledim. Dresden’e gidebilmek için Doğu Almanya’ya aylar süren vize başvurusunda bulunmuş ve giderek Dresden’in en seçkin tiyatrosunda Selahattin’i ve hikayesini izleyerek varılabilinecek en büyük mutlulukla saatler süren tren yolculuğu ve komunizm döneminin geleneksel yoğun kontrollerinden geçerek sonunda Prag’a dönmüştüm.
Bir sonraki seferde ise Doğu Almanya’nın başka bir kentinde başka bir oyuncu gurubunun prestijli bir tiyatrosunda sahneye koyduğu Sultanımız Selahattin’in piyesini izlemek için yine yollara çıkmıştım.
Piyeslerle seyirciye anlatılmak istenilenin hepsini o yıllarda anladım mı, bilemiyorum, ama her seferinde bir şey daha öğrendiğim kesindi.
Uzun yıllar sonra Batı Almanya’ya yerleşerek, Kürt Enstitüsü’nü kurduğumda, Kürt Sultanı Selahattin’i, bu kez de Batı Almanya tiyatrolarında tanıma sürecimde, o kişinin varlığı benim için, yaşadığım günlük sorunlardan beni çekerek uzaklara; sevgi, tökerans, insanlık gibi düşünce ve hayal dünyasına götüren ender lükslerimden birisiydi.
Büyük bir hazla yakın geçmişte değerli yazar Faysal Dağlı’nın kürtçe kaleme aldığı Sultan Selahattin’in özgeçmişini okudum. Haz kaynağım, en nihayet Kürt okuyucusunun kendi anadilinde kendi sultanına ulaşması ve yolu olduğundandı.
Tüm dünyanın tanıdığı ulu Kürt sultanı Selahattin’i nihayet onun ulusunun fertleri de tanıyacaktı, hem de kendi ortak dillerinde, Faysal Dağlı’nın sunuşuyla.
Kendinden öncekiler ve kendinden sonra gelenler de dahil,kalın tarih kitaplarına sığdırılamayan ve yüceltinin en doruğuna çıkan insanlardan biri olan Sultan Selahattin’în bugün belki kemikleri bile toprağa karıştı ve belki 500 sene sonra adını da bilen pek kimse kalmayacak ya da adı pek çok kimse için bir şey ifade etmeyecek ama sadece insanlığa mirası bıraktığı bu tarihi cami Sultan Selahattinin aseletini yansıtan görkemiyle hep kalacak.
Leave A Comment