1980’nin martıydı. Prag’dan eski okul arkadaşım Dr. Vladimir Štich ile birlikte Rojhelat’a gitmek için tüm hazırlıklarımızı tamamlamıştık.

Fransa Dışişleri Bakanlığı’na özel bir mektup gönderdim. Mektupta bana vermiş oldukları araştırma-ihtisas bursu ile sunmuş oldukları imkanlar için teşekkürlerimi sunmuştum. Ayrıca Fransız devletinin barınma ve bilimsel çalışmalarım için vermiş olduğu imkanların oldukça önemli olduğunu, fakat ülkemin bir bölümünün yani Doğu Kürdistan’ın içinde bulunduğu şartlardan dolayı vicdanen artık Paris’te kalamayacağımı ve bilimsel çalışmalarıma devam edemeyeceğimi belirttim. Humeyni İslam Rejimine karşı verilen mücadele ve çatışmalardan dolayı Kürt köy ve şehirleri her gün bombalanıyordu.

En başından beri benim gibi ihtisas-uzmanlık bursu alan ve Paris’te Nükleer Tıp üzerine çalışma yürüten Çek arkadaşım Dr. Vladimir ile birlikte aldığımız karar gereği Rojhelat’a gidecektik. Vladimir ‘le, Rojhelat’ın birkaç yerinde “Sağlık Merkezi” inşa edecek ve daha sonra Sınır Tanımayan Doktorlar ve Dr.Hesen Şetewi Avrupadan diğer Kürt gelecekti.

 Arkadaşım Vladimir Çekoslovakya Kızıl Haç Başkanı’nın oğluydu ve üniversiteyi iki bölüm üzerine bitirmişti. Hem tıp doktoru hem de atom uzmanıydı.

 

O dönem “sosyalist ülkelerde” vatandaşlarına verdiği pasaportlarda izin verilen ülke dışında Batılı başka bir ülkeye seyahat edemez ibaresi yer alıyordu. Kısacası başka bir ülkeye gitmek mümkün değildi. Vladimir’in pasaportunda “Bu pasaport ile sadece Fransa’ya seyahat edebilir,” yazıyordu. Bu nedenle onun yasal yollarla İran’a girmesi mümkün değildi. Ayrıca bu mümkün olsa bile o dönemde sarı saçlı, yeşil gözlü birinin Tahran’a gitmesi ve sokaklarda dolaşması imkansızdı. Tahran’da her gün Amerika ve Avrupa karşıtı gösteriler düzenleniyor, Amerikan vatandaşları rehine gibi kaçırılıyor, “göz altına “alınıyordu. Geriye Türkiye üzerinden kaçak yollarla Rojhelat’a gitmek kalıyordu. Ki bu da o kadar kolay değildi. Zira Vladimir’in Türkiye üzerinden gitmesi de imkansızdı, çünkü Sosyalist bir ülkenin vatandaşıydı. Ayrıca ben de Türkiye üzerinden Rojhelat’a geçemezdim. Çünkü Türkiye’de aranan biriydim.1970 yılında okumak için Avrupa’ya geçtiğimde henüz 17 yaşındaydım ve sakıncalı değildim. Fakat yurtseverlik çalışmalarımdan dolayı Türkiye için sakıncalı biriydim artık. Türkiye’ye girer girmez tutuklanmam kaçınılmazdı. Irak üzerinden geçiş konusunda da bir bilgimiz yoktu. Ne Kendal Nezan ne de Perwin Qasımlo bize Irak konusunda bilgi vermişti. Irak üzerinden geçişin mümkün olduğunu aylar sonra yaşatıldığım dramatik bir süreçte  öğrenecektim, Kendal ve Perwin bunu bizden saklamıştı. Ben idealizmin hayal dünyasında yaşarken, Kendal realist planlarıyla meşguldü. Kendal’ın bu realist yaşam tarzını o güne kadar hiçbir Kürt düşünür ve aydın da görmemiştim.                      

Kendal, Vladimir için bir şekilde bir İngiliz pasaportu düzenlemişti. Adı, soyadı, doğum yeri, doğum tarihi bir İngiliz’e aitti. Artık o kolayca Türkiye’ye gidebilirdi. Oradan da Mehdi Zana’nın devrimci arkadaşları tarafından, sınırdan kaçak olarak Rojhelat’a geçebilirdi. Mehdi Zana o dönemde Diyarbakır’ın ilk Kürt Belediye Başkanı olarak seçilmişti. Benim pasaportum da Türk pasaportuydu. Bu pasaportu benim için Derwiş Ferho’nun ağabeyisi Medeni Ferho temin etmişti.

Vladimir Türkiye üzerinden, ben de direk Tahran üzerinden Mahabat’a gidecektik. Yanımızda İran’a götürebilmek için topladığımız ilaç, tıbbi malzemeler… vardı.

Kutsal Kürdistan topraklarında Newroz’u kutlamak için 21 Mart 1980’de Mahabad’ta buluşacaktık. Kalbim Newroz’u Mahabad’ta kutlamanın heyecanıyla çarpıyordu.

 

 

Uçak biletleriyle  Kendal ilgileniyordu. Kendal bana, “En güvenli yol Brüksel’den Belçika Havayolları’yla uçmaktır” dedi. “Eğer Paris’ten uçarsan Tahran’da seni daha sıkı kontrol ederler.” diye ekledi. Ben de ona her seferinde olduğu gibi inandım.

Kendal’la 18 Mart günü Tahran’a gitmek üzere trenle Brüksel’e gittik. Ben saflıkla Kendal’ın Brüksel’e zorlu, hayati riski olan  bir yolculuğa çıkacağım için, bana refakat etmek için geldiğine inanıyordum. Kendal ile aynı aileye ve aynı nesle mensuptuk. Çocukluğumuz birlikte geçmişti. Ayrıca 9 yıldan beri Avrupa’da beraberdik. Zaten Prag’da Charles Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Paris’e gitmemin nedenlerinden biri de buydu. Dr. Qasımlo artık Paris’te değildi ki onu için gideyim.  Hem yıllar öncesi Kendal’ı Dr. Qasımlo’yla tanıştıran da bendim.

Brüksel’e vardığımızda bir taksiye binip havaalanına gittik. Havaalanın’da Görevli biri: “Üzgünüm, “dedi, “uçağınız çok gecikmeli kalkacak.” Bunu duyan Kendal asabileşti birden. Ben de tüm saflığımla onu yatıştırmaya çalışıyordum. Oysa Kendal’i tanıyanlar onun çok soğukkanlı olduğunu ve kolay kolay asabileşmediğini bilirlerdi. Dolayısıyla onun bu durumu benim için sürpriz olmuştu. Kendal uçağımın kalkışı belirsiz bir saat’e alınınca  çaresizce: “Mehmet Emin Bozarslan Hoca birazdan Stockholm’den Brüksel’e gelecek.” dedi. Ben şok oldum! Birlikte Paristen Brüksele 3 saat tren yolculuğu yaptığımız halde Kendal, Emin Bozarslan’ın Brüksel’e geleceğinden hiç söz etmemiş, üstelik yanında valizini de getirmiş, ‘madem Brüksel’e geleceğim birkaç gün orada kalırım,’ diye izah etmişti. Anlaşılan Kendal Brüksel’e benim için değil muğlak bir iş için gelmişti.

 

 

‘Emin Bozarslan herhalde benimle birlikte Tahran’a gelecek,’ diye düşündüm bir ara. Sonunda Kendal, Emin Bozarslan’ın gelme sebebini açıklamak zorunda kaldı. Kendal bunu anlatırken ter içinde kalmıştı. Böyle şeylerin ahlaki açıdan hiçte dürüst olmadığını kendisine hissettirmiştim.

Emin Bozarslan’ın Brüksel Havaalanı’na varmasına az kalmıştı. Kendal nihayet hikâyenin geri kalan kısmını da anlattı. Beni veya Avrupa’da Qasemlo’nun yakınlarını bilgilendirmeden ve onayını almadan (buna Qasemlo nun eşi de dahildi) Libya Elçiliğiyle görüşmelerde bulunmuş ve Kaddafi’den randevu almıştı. Arapça bilmediği için de tercümanlık yapması için Emin Bozarslan’ı böyle bir yolculuğa  ikna etmişti. Çünkü Kaddafi’nin Arapçayla ilgili hassasiyetini biliyordu. Kaddafi’nin Kürt delegasyonunun Arapça bilmemesine kızmasını istemiyor, Bozarslan Hoca’nın tercümanlığıyla Kaddafi’den ‘Rojhelat için’ yardım isteyecekti. Ben bir kez daha şok olmuştum.

 

 

O dönemde Kaddafi Rojhılat’a siyasi destek veremezdi. Çünkü Yaser Arafat’tan dolayı Arap Dünyası Humeyni’yi destekliyordu. Ancak duyulmaması kaydıyla parasal yardım verebilirdi Kaddafi.

Kısa bir süre sonra değerli hocam Emin Bozarslan Brüksel Havaalanı’na indi. Kürt halkı için yaptığı çalışmalara ve verdiği mücadeleye sonsuz saygı gösterdiğim o güler yüzlü yaşam dolu insan yıllar sonra nihayet karşımda duruyordu.

 İstanbul’da henüz lise öğrencisiyken Bozarslan Hoca’yı ilk kez Diyarbakır Öğrenci Yurdu’nda verdiği bir seminerde tanışmıştım. Akabinde onu İstanbul’un farklı yerlerinde de ziyaret etmiştik. 1970 yılında Türkiye’den ayrılmadan önceki son gecemde ben, rahmetli abim, Necmettin Büyükkaya ve Hikmet Bozçalı ile birlikte Bozarslan Hoca’yı ziyaret gittim ve Kürt geleneklerine göre kendisinden hatır istemiştim. 9 yıldan beridir de Bozarslan Hoca’yla görüşmemiştik.

 

 

 Hoca’yla kantine gidip kahve ve keyif sigarası içtik. Sonra Libya yolculuğuyla ilgili sohbetlerinden anlaşıldığına göre Abdülhamid Hüseyni adında üçüncü bir kişi de onlarla birlikte gidecekti.

Libya’ya  Kendal’in  özel mimariyle inşa ettiği, başkanlığına da kendisini atadığı  “’delegasyonu’nun Kaddafi’yle görüşüp O nu maddi yardım konusunda ikna ettmeye çalışacaklardı. Onu başka ziyaretler de izlemişti. Libya’ya bir süre sonrada Roma üzerinden ve yalnız başına gitmeye başladığı söyleniyordu  Kendal’in.

Yaşadığım şoklardan sonra uzun bir süre olarak algıladığım bu zaman biriminden uçağa binmem anonsuyla sıyrılabildim nihayet. Karmakarışık duygularla, J. P. Sartre’nin tabiriyle “bulantılarla çalkalanarak”  uçağa bindim  ve Tahran’a uçtum.